Kırmızı Beyaz'ı ve Fikir Yolu'nu sürekli takip edenler bilirler ki (Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne kasteden partiler hariç) Sabih Samur olarak tüm partilere eşit mesafede durmaya özen göstermişimdir.
Particilikten ziyade ülke çıkarlarına faydası olduğunu düşündüğüm projeleri ve fikirleri desteklemeyi, yanlış atılan adımlar varsa makamı, rütbesi, yaşı ne olursa olsun ayrım yapmadan, şahsım ve ülkem adına eleştirmeyi görev edinmişimdir.
Bu eleştirilerden yoğun olarak, Emekli Gen. Kur. Bşk. Büyükanıt ve zaman zaman da Sn. Devlet Bahçeli nasiplendi. Büyükanıt Paşaya devletim ve milletim adına olan kırgınlığım ve eleştirilerim ömür boyu devam edecektir. Lâkin Sn. Bahçeli'ye bu defa sizlerin huzurunda şükranlarımı arz etmek istiyorum. TBMM Genel Kurulunda yapmış olduğu konuşmanın bir bölümünü sizlere aktarmak istiyorum.Lütfen tek kelimesini bile atlamadan okuyunuz.
Sabih Samur
----------- Sayın Devlet Bahçeli'nin --------------------
TBMM Genel Kurulunda 2009 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı
TBMM Genel Kurulunda 2009 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı
Hakkında yapmış oldukları konuşma
16 Aralık 2008
Sayın Başkan
Değerli Milletvekilleri,
...
Milliyetçi Hareket Partisi’nin siyaset anlayışının öznesi insan, nesnesi devlet, yüklemi demokrasi, cümlesi ise millettir.
Partimiz, bunlardan birini diğerine, milleti, devleti ya da demokrasiyi ötekine tercih ederek yapılacak sözde yaklaşımların eksik, kusurlu ve sakat olacağına veya bunlardan birinde neden olunacak tahribatın çok önemli beka meselelerine yol açacağını öngörmektedir.
Bu nedenle, konuşmamın bu bölümünde, adına bütçe yaptığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin ve büyük Türk milletinin varlığını, birliğini ve devamlılığını tehdit eden başlıca riskler ile bunların çözümü konusundaki değerlendirmelerimi Yüce Meclisle paylaşmak düşüncesindeyim.
Maddi yokluklar ve stratejik sarsıntıların arasından, muhteşem bir mücadele ile doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85 yıllık yolculuğunda aldığı önemli mesafeyi küçümsemek, hor görmek, adaletli bir değerlendirme olmayacaktır. Bu süre içinde ülkemiz ve milletimiz elbette ki birçok başarılara imzasını atmıştır.
Daha müreffeh bir toplum, daha kalkınmış bir ülke, daha kudretli bir devlet, daha sağlam bir millet yapısı bu süre içinde her hükümetin arzusu olmuş, bu uzunca dönemde her siyasal görüş bu alanlarda az ya da çok katkı sağlamıştır.
Devlette devamlılık, hizmette süreklilik vardır. Bugüne kadar yapılmış bütün güzel işlerin ve gelişmelerin hakkını teslim etmeyi ve emeği geçenlere şükranlarımızı sunmayı bir kadirşinaslık olarak gördüğümü belirtmek istiyorum.
Ancak, Türkiye’mizin bu yolculuğunda, kalkınma, demokratikleşme ve milletleşme yolundaki yetersizliklerin ve noksanların, özellikle siyasi vizyon eksikliği ile birleşince bugün karşımıza çok ciddi toplumsal ayrışma ve çözülme tehlikesini çıkardığını üzülerek ifade etmek durumundayım.
Bugün ülkemiz ve milletimiz, yıllardır birikmiş sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlarını aşamamış olmanın zafiyetiyle ve özellikle altı yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin “yüzleşme, ezber bozma, tabuları yıkma” adı altında tekrarladığı yanlışlarıyla beka düzeyinde tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bunları yok farz etmek, iyimser ifadelerle üstünü örtmek, geliştik, kalkındık, büyüdük, itibarımız arttı gibi sanal söylemlerle pembe tablolar çizmek, ya da alt kimlikleri nakarat halinde tekrarlayıp durmak önümüze çıkan gerçekleri asla değiştirmeyecektir.
Karşılaşılan tehdit, milletimizin bin yıllık kardeşliğini ve milli kimliğini ayrıştırmaya yönelik sosyolojik kırılma; üniter devletimize yönelik egemenlik paylaşımı ve topraklarımızın bir bölümünü yönetememe tehlikesinin baş göstereceği siyasal çözülme sorunudur.
Mutabık kalınacak ciddi, kalıcı ve köklü çözümlerin uygulanmasında gecikilmesi halinde, kapanması mümkün olmayan derin yaraların açılacağı, milli birlik ve bütünlüğümüzün onarılamayacak kadar zedeleneceği çok tehlikeli bir süreç, maalesef Türkiye’nin karşısındadır.
Gerek ihmal, gerek tahrik, gerekse dayatmalarla gelinen nokta, Cumhuriyetin kuruluşu ile elde edilen kazanımların, devlet ve millet hayatımızın temelini oluşturan kurucu ilkelerin ve bizi bir arada tutan kardeşliğimizin keskin bir yol ayrımına yaklaştığını ortaya koymaktadır.
Hepimizin arzusu olan çağdaş ve müreffeh bir topluma ulaşmada, tek seçenek paketi olarak dayatılan “demokratikleşme, çok kültürlülük, alt kimliklerin siyasallaşması, ana dilde eğitim, bölücülüğe ve teröre af ile yerel yönetimlere alabildiğine özerklik” gibi yıkım projelerine hepinizin dikkatini çekmek isterim.
Bu taleplerin siyaset eliyle ilerleme kaydetmesi ve zemin bulması halinde, bu badireden ne devletimizin, ne de milletimizin bütünlük ve birlik içinde çıkması mümkün görülmemektedir.
Bilinmelidir ki, en az bin yıllık muhteşem bir kaynaşma ile yükselerek vücut bulmuş büyük “Türk Milleti”nin, alt kimliklere doğru dönüş ve kıvrılış göstereceği böylesi bir gelişmenin yaşanması halinde, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği milli devleti ve üniter yapıyı korumak ve yönetmek, tamamen imkânsız hale gelecektir.
Adına ne denirse denilsin, ister çağdaşlaşma, ister Avrupalı olma, ister demokratikleşme; göz yumulan kimlik tahriklerine, verilen tavizlere devam edilmesi ve bu taleplere önümüzdeki dönemde anayasal kılıf ve zemin hazırlanması, Yüce Meclisin varlık nedenini inkâr anlamı taşıyacaktır.
Bunun gerçekleşmesi halinde, toplumun Türk Milleti’ne olan mensubiyet bağlarını kopartmadan korumak ve aynı geleceği, aynı coğrafyada, aynı devlet çatısı altında paylaşma arzusunu canlı ve diri tutmak zor olacaktır.
Biliniz ki, bu uyarılar asla bir vehmin ve aşırı hassasiyetin ürünü değil, bütün dikkati aziz millet varlığının bekasına odaklanmış bir siyaset hareketinin çok ciddiye alınması gereken uyarıları ve öngörüleridir.
Bugün gelinen aşamada, artık açıkça dillendirilen, “federasyon, ayrı bayrak, ayrı eğitim dili, ortak kurucu halk, çokluklar devleti, özyönetim ve hatta ayrılma tehditleri” gibi talepler karşımızdaki tehlikenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.
Ancak, burada asıl önemli olan, Türkiye’nin karşısına çıkartılan bu süreci yönetebilecek, tehditleri bertaraf edebilecek ve asal mevcudiyeti koruyabilecek inanca, değerlere, stratejiye ve vizyona sahip kadrolar tarafından yönetilmiyor olmasıdır.
Ülkemizin içinde bulunduğu yakın coğrafyada yaşanan gelişmeler de Türkiye’nin sürüklendiği olumsuz süreci hızlandırıcı rol oynamakta, ne üzücüdür ki çözüm adı altındaki yabancı dayatmaların bölgesel senaryolarla beslenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.
Hükümetin teröre desteğini sürdüren Irak’taki yerel yönetimle; iddialarından vazgeçmeyen Ermenistan’la; uzlaşmaya asla yanaşmayan Kıbrıs Rum Yönetimiyle; talep listeleri bir türlü bitmeyen Avrupa Birliğiyle ve komşularımızı tanzim etmeye çalışan Amerika ile olan ilişkilerimizi bu çerçevede ele almak gerekecektir.
Son zamanlarda ortaya çıkıp tarihle yüzleşme adı altında, utandıkları geçmişimizi yargılayarak tam bir işbirlikçi refleks gösteren sözde aydınlar da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bu itibarla, sıraladığımız gerçek gündemle, ülkemizin yüzleşmeye başlaması için yaptığımız siyasi hamleler, partimizin öncelikli siyaset tercihi ve vazgeçilmez milli sorumluluğudur.
Çünkü Milliyetçi Hareket, bu sorunların toplum ve siyasetçi tarafından doğru değerlendirilmemesi ve önemine göre sınıflandırılmaması halinde, üretilecek sözde çözümlerin Türkiye’yi yeni ve daha büyük sıkıntılara sürükleyeceğinin farkındadır.
Değerli Milletvekilleri,
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz temel sorun, milli ve manevi değerlerimizin toplumsal çatışma alanına dönüştürülmesi ve Türkiye’nin köken, inanç ve mezhep temelinde çok tehlikeli bir ayrışma ve cepheleşme sürecine çekilmek istenmesidir.
Elbette ki, çağdaş ve modern bir millet ve devlet yapısı için almamız gereken çok mesafe, müreffeh ve hakkaniyetli bir toplum oluşturabilmek için yapmamız gereken çok işler vardır.
Ve İnsanın karşılaştığı her sorun elbette ki siyasetin ilgi alanındadır ve siyasetçinin sorunudur. Bu sorunların ise öncelikli konuşma ve çözüm yeri Yüce Meclis çatısıdır.
Ancak siyasetçinin bir sorumluluğu da, sorunları milletinin temel değerleri ekseninde çözmeye çalışmak ve çözüm alternatiflerini binlerce yılda oluşmuş milli değerler sisteminin içinden arayıp çıkartabilmektir.
Bu açıdan birileri millet kimliği dışında yeni arayışlar ve tanımlar talep ediyor diye milleti bu talepler üzerinden yeniden adlandırmak; devleti bu taleplere göre yeniden tanzim etmek, emsali görülmemiş bir yıkım olacak ve bitmeyecek başka ayrışma taleplerinin önünü açacaktır.
Nitekim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak yüce Meclis çatısı altında temsil edildiğimiz 2002 yılında, aralarında idamı kaldıran, ana dilde yayına ve özel kurslara izin veren yasaların da bulunduğu uyum paketlerine “hayır” oyu verirken temel kaygımız işte buydu.
Maalesef gelişmeler bizi haklı çıkarmış, bu tarihten sonra ne taleplerin sonu gelmiş, ne de verilen tavizlerin ardı arkası kesilmiştir.
Kimlik arayışları ile ortaya çıkan mihrakların, Avrupa’nın dayatmalarına rıza gösteren Yüce Meclis eliyle, sözde uyum ve demokratikleşme adına elde ettikleri yasal imtiyazlar bugüne kadar bitmek tükenmek bilmemiştir.
Ulaşılan her aşamadan sonra çıkılan yeni basamak, bir sonraki adımın zemini yapılmış, yeniden başlatılan kampanyalarla bölünmeye ve ayrışmaya giden merdiven birer birer çıkılmaya başlanmıştır.
Nerede durulacağı, daha ne kadar taviz verileceği, bölünme taleplerinin hangi aşamada biteceği de belli değildir.
Anayasanın ve yasaların değişimi yoluyla bölücülüğün önündeki engeller birer birer ortadan kaldırarak daha nereye kadar bu sürece refakat edilecektir? Buna artık bir son verilmek mecburiyetindedir.
Biz baştan beri, milleti oluşturan ana gövdeden kopacak küçük parçaların meşrulaşarak giderek husumeti körüklemesinden ve bütünün ufalanarak sonu gelmeyen ayrışma sürecinin başlamasından endişe etmiştik. Şimdi de ediyoruz.
Bunun oluşmuş bir milleti, sosyolojik anlamda geriye götürecek, boy ve kabilelere dönüştürecek iptidai ve ırkçı proje olarak görüyorduk. Şu anda da aynı tehlikeyi artan bir vurgu ile söylüyoruz.
Karşımıza çıkacak sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik sorunların çözümünde takip edilecek ilkeler; millet varlığının devamını ve gelişmesini sağlayacak, milli devletin bekasını sürdürecek bir çerçeve içinde ele alınmak zorundadır.
Kavramları kutsayarak ve putlaştırarak, vatansız bir demokrasi arayışını kabul etmemiz; milletsiz bir demokratikleşmeyi dikkate almamız inandığımız siyaset değerleri açısından mümkün değildir.
Yaklaşık ikiyüz yıldır siyasi şekil ve anlam bulmuş olan millet kavramı etrafında açık veya gizli mücadelelerinin bütün hızıyla sürdüğü dünyada, milletleşmenin durdurulmaya çalışılması bizim açımızdan kabul edilemeyecek bir boş hayaldir.
Bedeli kanla ödenerek kazanılmış bağımsızlığımız, bin yıl boyunca sevgi ile yoğurduğumuz kardeşliğimiz, asırlarca alın terimizle oluşturduğumuz mili varlıklarımız, birlikte yaşanan binlerce yılın ürünü olan milli kültürümüz bu ham hayalin önündeki en büyük güvencemizdir.
Elbette ki, çağdışı bir tek tip vatandaş arayışında değiliz. Herkesin birbirinin aynı olmasını beklemiyor ve hedeflemiyoruz.
Ancak, sonu gelmeyen isteklerin ve verilmesi düşünülen tavizlerin siyasal alt kimlik bilinci oluşturmasına ve bunun yeni talepler listesi halinde dayatılmasına da izin veremeyiz.
Türkiye’nin milli birliği ve bölünmez bütünlüğü gibi hayati öneme sahip milli beka meselelerinde, siyasetçilerin görüşleri ve duruşlarının zamana ve şartlara göre değişmesini düşünemeyiz.
Başta Sayın Başbakan olmak üzere, bu konuda sorumluluğu olan herkes samimi bir vicdan muhasebesi yapmalı ve Türkiye’mizi ateşe atacak yeni adımlardan ve yanlışlardan dönme basiretini gösterebilmelidir.
Bu vatanın kurucusu ve sahibi olanlar, aziz millet varlığına hep birlikte vücut veren büyük Türk Milleti ailesidir. Bulunacak bütün çözüm yolları bu ailenin bağlarını güçlendirmeli; küçülme, zayıflama, yalnızlaşmanın kimseye yarar getirmeyeceği artık anlaşılmış olmalıdır.
Bu eksende olmak üzere, hükümeti kapsayıcı millet tanımından uzaklaşarak alt kimlik taleplerini tırmandıracak söylemlerden kaçınmaya; yıllardır bitmeyen bölücü taleplere verilecek yeni tavizlerden uzak durmaya davet ediyorum.
1910’lu yıllar temel alındığında, dönemin küresel gelişmelerine karşı aziz milletimizin yegâne dayanma gücü, birleşme arzusu; vatanseverlerin heyecanı ve direnci ile eşdeğerdi ve ne mutlu ki bunu başardılar.
Bugün de karşımızdaki ayrılma ve bölünme tehlikelerine karşı en önemli direnç ve dayanma noktası; yüreklerinin vatan ve millet sevgisi ile dolu olduğuna inanmak istediğim muhterem milletvekillerinin iradesidir.
Milletvekillerinin yeri ve zamanı geldiği vakit, mensubu oldukları “Gazi Meclis”in anlamına uygun hareket edeceklerine olan inancım tamdır.
Partimiz, bunlardan birini diğerine, milleti, devleti ya da demokrasiyi ötekine tercih ederek yapılacak sözde yaklaşımların eksik, kusurlu ve sakat olacağına veya bunlardan birinde neden olunacak tahribatın çok önemli beka meselelerine yol açacağını öngörmektedir.
Bu nedenle, konuşmamın bu bölümünde, adına bütçe yaptığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin ve büyük Türk milletinin varlığını, birliğini ve devamlılığını tehdit eden başlıca riskler ile bunların çözümü konusundaki değerlendirmelerimi Yüce Meclisle paylaşmak düşüncesindeyim.
Maddi yokluklar ve stratejik sarsıntıların arasından, muhteşem bir mücadele ile doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85 yıllık yolculuğunda aldığı önemli mesafeyi küçümsemek, hor görmek, adaletli bir değerlendirme olmayacaktır. Bu süre içinde ülkemiz ve milletimiz elbette ki birçok başarılara imzasını atmıştır.
Daha müreffeh bir toplum, daha kalkınmış bir ülke, daha kudretli bir devlet, daha sağlam bir millet yapısı bu süre içinde her hükümetin arzusu olmuş, bu uzunca dönemde her siyasal görüş bu alanlarda az ya da çok katkı sağlamıştır.
Devlette devamlılık, hizmette süreklilik vardır. Bugüne kadar yapılmış bütün güzel işlerin ve gelişmelerin hakkını teslim etmeyi ve emeği geçenlere şükranlarımızı sunmayı bir kadirşinaslık olarak gördüğümü belirtmek istiyorum.
Ancak, Türkiye’mizin bu yolculuğunda, kalkınma, demokratikleşme ve milletleşme yolundaki yetersizliklerin ve noksanların, özellikle siyasi vizyon eksikliği ile birleşince bugün karşımıza çok ciddi toplumsal ayrışma ve çözülme tehlikesini çıkardığını üzülerek ifade etmek durumundayım.
Bugün ülkemiz ve milletimiz, yıllardır birikmiş sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlarını aşamamış olmanın zafiyetiyle ve özellikle altı yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin “yüzleşme, ezber bozma, tabuları yıkma” adı altında tekrarladığı yanlışlarıyla beka düzeyinde tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bunları yok farz etmek, iyimser ifadelerle üstünü örtmek, geliştik, kalkındık, büyüdük, itibarımız arttı gibi sanal söylemlerle pembe tablolar çizmek, ya da alt kimlikleri nakarat halinde tekrarlayıp durmak önümüze çıkan gerçekleri asla değiştirmeyecektir.
Karşılaşılan tehdit, milletimizin bin yıllık kardeşliğini ve milli kimliğini ayrıştırmaya yönelik sosyolojik kırılma; üniter devletimize yönelik egemenlik paylaşımı ve topraklarımızın bir bölümünü yönetememe tehlikesinin baş göstereceği siyasal çözülme sorunudur.
Mutabık kalınacak ciddi, kalıcı ve köklü çözümlerin uygulanmasında gecikilmesi halinde, kapanması mümkün olmayan derin yaraların açılacağı, milli birlik ve bütünlüğümüzün onarılamayacak kadar zedeleneceği çok tehlikeli bir süreç, maalesef Türkiye’nin karşısındadır.
Gerek ihmal, gerek tahrik, gerekse dayatmalarla gelinen nokta, Cumhuriyetin kuruluşu ile elde edilen kazanımların, devlet ve millet hayatımızın temelini oluşturan kurucu ilkelerin ve bizi bir arada tutan kardeşliğimizin keskin bir yol ayrımına yaklaştığını ortaya koymaktadır.
Hepimizin arzusu olan çağdaş ve müreffeh bir topluma ulaşmada, tek seçenek paketi olarak dayatılan “demokratikleşme, çok kültürlülük, alt kimliklerin siyasallaşması, ana dilde eğitim, bölücülüğe ve teröre af ile yerel yönetimlere alabildiğine özerklik” gibi yıkım projelerine hepinizin dikkatini çekmek isterim.
Bu taleplerin siyaset eliyle ilerleme kaydetmesi ve zemin bulması halinde, bu badireden ne devletimizin, ne de milletimizin bütünlük ve birlik içinde çıkması mümkün görülmemektedir.
Bilinmelidir ki, en az bin yıllık muhteşem bir kaynaşma ile yükselerek vücut bulmuş büyük “Türk Milleti”nin, alt kimliklere doğru dönüş ve kıvrılış göstereceği böylesi bir gelişmenin yaşanması halinde, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği milli devleti ve üniter yapıyı korumak ve yönetmek, tamamen imkânsız hale gelecektir.
Adına ne denirse denilsin, ister çağdaşlaşma, ister Avrupalı olma, ister demokratikleşme; göz yumulan kimlik tahriklerine, verilen tavizlere devam edilmesi ve bu taleplere önümüzdeki dönemde anayasal kılıf ve zemin hazırlanması, Yüce Meclisin varlık nedenini inkâr anlamı taşıyacaktır.
Bunun gerçekleşmesi halinde, toplumun Türk Milleti’ne olan mensubiyet bağlarını kopartmadan korumak ve aynı geleceği, aynı coğrafyada, aynı devlet çatısı altında paylaşma arzusunu canlı ve diri tutmak zor olacaktır.
Biliniz ki, bu uyarılar asla bir vehmin ve aşırı hassasiyetin ürünü değil, bütün dikkati aziz millet varlığının bekasına odaklanmış bir siyaset hareketinin çok ciddiye alınması gereken uyarıları ve öngörüleridir.
Bugün gelinen aşamada, artık açıkça dillendirilen, “federasyon, ayrı bayrak, ayrı eğitim dili, ortak kurucu halk, çokluklar devleti, özyönetim ve hatta ayrılma tehditleri” gibi talepler karşımızdaki tehlikenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.
Ancak, burada asıl önemli olan, Türkiye’nin karşısına çıkartılan bu süreci yönetebilecek, tehditleri bertaraf edebilecek ve asal mevcudiyeti koruyabilecek inanca, değerlere, stratejiye ve vizyona sahip kadrolar tarafından yönetilmiyor olmasıdır.
Ülkemizin içinde bulunduğu yakın coğrafyada yaşanan gelişmeler de Türkiye’nin sürüklendiği olumsuz süreci hızlandırıcı rol oynamakta, ne üzücüdür ki çözüm adı altındaki yabancı dayatmaların bölgesel senaryolarla beslenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.
Hükümetin teröre desteğini sürdüren Irak’taki yerel yönetimle; iddialarından vazgeçmeyen Ermenistan’la; uzlaşmaya asla yanaşmayan Kıbrıs Rum Yönetimiyle; talep listeleri bir türlü bitmeyen Avrupa Birliğiyle ve komşularımızı tanzim etmeye çalışan Amerika ile olan ilişkilerimizi bu çerçevede ele almak gerekecektir.
Son zamanlarda ortaya çıkıp tarihle yüzleşme adı altında, utandıkları geçmişimizi yargılayarak tam bir işbirlikçi refleks gösteren sözde aydınlar da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bu itibarla, sıraladığımız gerçek gündemle, ülkemizin yüzleşmeye başlaması için yaptığımız siyasi hamleler, partimizin öncelikli siyaset tercihi ve vazgeçilmez milli sorumluluğudur.
Çünkü Milliyetçi Hareket, bu sorunların toplum ve siyasetçi tarafından doğru değerlendirilmemesi ve önemine göre sınıflandırılmaması halinde, üretilecek sözde çözümlerin Türkiye’yi yeni ve daha büyük sıkıntılara sürükleyeceğinin farkındadır.
Değerli Milletvekilleri,
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz temel sorun, milli ve manevi değerlerimizin toplumsal çatışma alanına dönüştürülmesi ve Türkiye’nin köken, inanç ve mezhep temelinde çok tehlikeli bir ayrışma ve cepheleşme sürecine çekilmek istenmesidir.
Elbette ki, çağdaş ve modern bir millet ve devlet yapısı için almamız gereken çok mesafe, müreffeh ve hakkaniyetli bir toplum oluşturabilmek için yapmamız gereken çok işler vardır.
Ve İnsanın karşılaştığı her sorun elbette ki siyasetin ilgi alanındadır ve siyasetçinin sorunudur. Bu sorunların ise öncelikli konuşma ve çözüm yeri Yüce Meclis çatısıdır.
Ancak siyasetçinin bir sorumluluğu da, sorunları milletinin temel değerleri ekseninde çözmeye çalışmak ve çözüm alternatiflerini binlerce yılda oluşmuş milli değerler sisteminin içinden arayıp çıkartabilmektir.
Bu açıdan birileri millet kimliği dışında yeni arayışlar ve tanımlar talep ediyor diye milleti bu talepler üzerinden yeniden adlandırmak; devleti bu taleplere göre yeniden tanzim etmek, emsali görülmemiş bir yıkım olacak ve bitmeyecek başka ayrışma taleplerinin önünü açacaktır.
Nitekim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak yüce Meclis çatısı altında temsil edildiğimiz 2002 yılında, aralarında idamı kaldıran, ana dilde yayına ve özel kurslara izin veren yasaların da bulunduğu uyum paketlerine “hayır” oyu verirken temel kaygımız işte buydu.
Maalesef gelişmeler bizi haklı çıkarmış, bu tarihten sonra ne taleplerin sonu gelmiş, ne de verilen tavizlerin ardı arkası kesilmiştir.
Kimlik arayışları ile ortaya çıkan mihrakların, Avrupa’nın dayatmalarına rıza gösteren Yüce Meclis eliyle, sözde uyum ve demokratikleşme adına elde ettikleri yasal imtiyazlar bugüne kadar bitmek tükenmek bilmemiştir.
Ulaşılan her aşamadan sonra çıkılan yeni basamak, bir sonraki adımın zemini yapılmış, yeniden başlatılan kampanyalarla bölünmeye ve ayrışmaya giden merdiven birer birer çıkılmaya başlanmıştır.
Nerede durulacağı, daha ne kadar taviz verileceği, bölünme taleplerinin hangi aşamada biteceği de belli değildir.
Anayasanın ve yasaların değişimi yoluyla bölücülüğün önündeki engeller birer birer ortadan kaldırarak daha nereye kadar bu sürece refakat edilecektir? Buna artık bir son verilmek mecburiyetindedir.
Biz baştan beri, milleti oluşturan ana gövdeden kopacak küçük parçaların meşrulaşarak giderek husumeti körüklemesinden ve bütünün ufalanarak sonu gelmeyen ayrışma sürecinin başlamasından endişe etmiştik. Şimdi de ediyoruz.
Bunun oluşmuş bir milleti, sosyolojik anlamda geriye götürecek, boy ve kabilelere dönüştürecek iptidai ve ırkçı proje olarak görüyorduk. Şu anda da aynı tehlikeyi artan bir vurgu ile söylüyoruz.
Karşımıza çıkacak sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik sorunların çözümünde takip edilecek ilkeler; millet varlığının devamını ve gelişmesini sağlayacak, milli devletin bekasını sürdürecek bir çerçeve içinde ele alınmak zorundadır.
Kavramları kutsayarak ve putlaştırarak, vatansız bir demokrasi arayışını kabul etmemiz; milletsiz bir demokratikleşmeyi dikkate almamız inandığımız siyaset değerleri açısından mümkün değildir.
Yaklaşık ikiyüz yıldır siyasi şekil ve anlam bulmuş olan millet kavramı etrafında açık veya gizli mücadelelerinin bütün hızıyla sürdüğü dünyada, milletleşmenin durdurulmaya çalışılması bizim açımızdan kabul edilemeyecek bir boş hayaldir.
Bedeli kanla ödenerek kazanılmış bağımsızlığımız, bin yıl boyunca sevgi ile yoğurduğumuz kardeşliğimiz, asırlarca alın terimizle oluşturduğumuz mili varlıklarımız, birlikte yaşanan binlerce yılın ürünü olan milli kültürümüz bu ham hayalin önündeki en büyük güvencemizdir.
Elbette ki, çağdışı bir tek tip vatandaş arayışında değiliz. Herkesin birbirinin aynı olmasını beklemiyor ve hedeflemiyoruz.
Ancak, sonu gelmeyen isteklerin ve verilmesi düşünülen tavizlerin siyasal alt kimlik bilinci oluşturmasına ve bunun yeni talepler listesi halinde dayatılmasına da izin veremeyiz.
Türkiye’nin milli birliği ve bölünmez bütünlüğü gibi hayati öneme sahip milli beka meselelerinde, siyasetçilerin görüşleri ve duruşlarının zamana ve şartlara göre değişmesini düşünemeyiz.
Başta Sayın Başbakan olmak üzere, bu konuda sorumluluğu olan herkes samimi bir vicdan muhasebesi yapmalı ve Türkiye’mizi ateşe atacak yeni adımlardan ve yanlışlardan dönme basiretini gösterebilmelidir.
Bu vatanın kurucusu ve sahibi olanlar, aziz millet varlığına hep birlikte vücut veren büyük Türk Milleti ailesidir. Bulunacak bütün çözüm yolları bu ailenin bağlarını güçlendirmeli; küçülme, zayıflama, yalnızlaşmanın kimseye yarar getirmeyeceği artık anlaşılmış olmalıdır.
Bu eksende olmak üzere, hükümeti kapsayıcı millet tanımından uzaklaşarak alt kimlik taleplerini tırmandıracak söylemlerden kaçınmaya; yıllardır bitmeyen bölücü taleplere verilecek yeni tavizlerden uzak durmaya davet ediyorum.
1910’lu yıllar temel alındığında, dönemin küresel gelişmelerine karşı aziz milletimizin yegâne dayanma gücü, birleşme arzusu; vatanseverlerin heyecanı ve direnci ile eşdeğerdi ve ne mutlu ki bunu başardılar.
Bugün de karşımızdaki ayrılma ve bölünme tehlikelerine karşı en önemli direnç ve dayanma noktası; yüreklerinin vatan ve millet sevgisi ile dolu olduğuna inanmak istediğim muhterem milletvekillerinin iradesidir.
Milletvekillerinin yeri ve zamanı geldiği vakit, mensubu oldukları “Gazi Meclis”in anlamına uygun hareket edeceklerine olan inancım tamdır.
Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı
0 yorum
Yorum Gönder