Dünyanın gündemi "EKONOMİ"
Türkiye'nin gündemi "ÖZÜR"
Biz bu kadar dangalak mıyız? Birileri gündemi
elimize tutuşturuyor, başlıyoruz bülbül gibi şakımaya.
Bazen savunmaya geçiyoruz, bazen taarruza...
Kime neyi anlatıyoruz?
Kimden özür dileyeceğiz? Benim ecdadımı katleden,(bir zamanlar BENDEN olan) Ermeni çetelerinden ve torunlarından mı?
Şunu karıştırmayalım. T.C. vatandaşı olan, benle beraber askerlik yapan Ermeni kökenli Türk vatandaşı ile Kurtuluş mücadelemizde bizi kahpece arkadan vuran ve artık bizden olmayan, yurttaşımız olmayan Ermeni’yi ayırt etmemiz gerekiyor.
Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen, bu kutsal vatan toprağını belki senden benden çok seven, koruyan ve sahiplenen Ermeni kökenli vatandaşlarımız var ve bu vatandaşlarımız gururla;
“Önce Türküm!” diyorlar.
Özür dileme arzusu içinde bulunanlara ve ayrıca ayrılıkçı, federasyoncu hayal âleminde bulunan Kürtçü arkadaşlara duyurulur.
Yazımı Sn. Altemur Kılıç’ın “Ne özürü ulan!” sözü ile noktalıyorum.
İlgi ve bilgilerinize.

Sabih Samur



Evet, "Ne özürü ulan!"..: 25.12.2008:..

Rahmetli Alpaslan Türkeş “Türkiye bir mozaiktir” sözüne çok kızardı. Nihayet bir gün, ben yanında iken, “Ne mozaiği ulan!” diye patlamıştı. Patlamasının sebebi bugün daha iyi anlaşılıyor. "Mozaik" kolay parçalanır! Türkiye, aslında, bir ebru, bir kilim, muhtelif damarları olan bir mermerdir; ama şimdi yekpareliğimizi, içeriden ve dışarıdan parçalamaya çalışıyorlar bu adamlar! Ermenilerden özür dilenmesi için bir yerlerini yırtan “ihanet cephesi” kadın ve erkeklerine başka ne denir?

BAKAN KÖRLER

Çünkü bu konuda anlatılanları, birebir anıları görmüyorlar. Son yıllardaki ASALA cinayetlerine “palavra” diyorlar. Azerbaycan’da Hocaali’de Türklerin katliamını görmezden geliyorlar! Öldürülen Türkler onlar için önemsiz; varsa-yoksa “Ermenilerin Büyük Felaketi”! Ya Ermeniler tarafından katledilenler? Ya Türklere ve Türkçeye yapılan büyük “ihanet?” Bu vatan ve millet hainleri, 1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı “BÜYÜK FELAKET’e duyarsızlığı ve inkâr edilmesini “vicdanları” kabul etmiyor, bu adaletsizliği reddediyorlarmış! Vay vay vay... “Türk” olmalarından vazgeçtik; entelektüel ahlaktan, biraz olsun nasiplerini almışlarsa ve eğer biraz vicdanları varsa, aydın bilim adamları, kadınları olarak, en azından “acaba” ve “belki” diye o tarihi olayları objektif olarak araştırmaları gerekir ve ancak bundan sonradır ki Türk milletini tarihini böyle tek taraflı olarak suçlayabilirler! Milliyetçi, vatansever olmadıkları çoktan mâlum. Bu yüksek değerler onları sözlüğünde, ilkellik, çağ dışılık! Bu adamlar ve kadınlar, peşin kararlarını, hükümlerini vermişler ve şimdi de vicdanları sızlıyormuş. Böylesine bir savaş “mukatele”sinde karşılıklı çatışmada, Ermenilerin kayıplarına karşılık Türklerden de kayıpların olabileceğini hiç kaale almıyorlar ve bırakın Türk olarak, insan olarak hiç vicdanları sızlamıyor mu?

ATATÜRK’ÜN SÖZLERİ “PALAVRA”!

Atatürk’ün bu konuda büyük NUTUK’unda söyledikleri de mi “palavra"? Ya, Babain ve Hüsrev Gerede, ABD Generali Harbord’u, Mustafa Kemal bu konuda onu aydınlattıktan sonra, Doğuya götürürken, Ermeni komitacılar tarafından yakılan Türk ve Ermeni evlarini göstermeleri ve Generalin, Kazım Karabekir Paşa’dan da bilgi aldıktan sonra, Amerikan Kongresi’ne “İddialar abartılmış ikna oldum” diye rapor vermesi?
Bizim eve misafir gelen Erzurumlu hanımım, gece yarısı, uyanıp “Ermeniler geliyor” diye kaçmaya kalkması! Yalan mı?
Rus Yarbayı Tverlebov’un 1917-1918’de “gördükleri-yaşadıkları”, “ısmarlama” mı?
Bu satırları neden yazmaya mecbur oldum?
Malûm güruhtan Mehmet Ali (Kemal) Birand, “Ne özürü ulan!” denmesine kızmış ve böylece yandaşlarıyla kanalizasyonda buluşmuş… Hem de taze taze! Ona göre tepkimiz demokratik değilmiş…
Bu hitap Türk milletinin bağrından yükseliyor ve ben de işte bu güruhun yalanlarına vicdansızlıklarına karşı topuna “Ne özür dilemesi ulan” diyorum. Çünkü laftan anlamıyorlar! Bu konu demokratlık konusu filan değil. Bir milletin onuru söz konusu. Onursuz “ulanlara” karşılık milletin bağrından kopan haklı candan bir tepki!
Hem şu sırada eski yaralar acaba neden kaşınıyor kanatılıyor? Ermeni vatandaşlarımız böylece huzursuz ediliyor. Yoksa yeni bir “mukatele” mi isteniyor! Bizim Ermenilerden, Ermenistan’dan bir isteğimiz yok! Dostluk ve barıştan başka! Ama, onlar hudutta açılacak kapıdan Türk malı ithal etmekten başka, özür dilememizden sonra arazi tazminat taleplerini sokuşturacaklar! Anlıyor musunuz ulan!

Altemur Kılıç

"Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyet'in mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey temiz kanı ile Cumhuriyet'in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır."

Reisicumhur Gazi M. Kemal

Kaynak:

Şehit Kubilay
Kan Demir
İleri Yayınları


Atatürk'ün askeri,
Şehit Öğretmen-Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...

ÖNEMLİ BİLGİ : Bu sene, Milli Eğitim belirli gün ve haftalar listesinde "23 Aralık Şehit Öğretmen Kubilay'ı Anma Günü" yer almadığı için okullarda ve resmi kurumlarda Anma Programı yapılamamaktadır!

Mustafa Fehmi Kubilay ve Şehit Edilişi

Adı Mustafa Fehmi Kubilay.
Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep.
Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu.
Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni.
1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor.
O sırada 24 yaşında. MENEMEN'DE O GÜN Olayın elebaşısı "mehdi" olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) adında Nakşibendi tarikatına bağlı biriydi.
7 Aralık'ta 6 müridiyle (Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan) Manisa'dan yola çıkan Derviş Manisa'dan yola çıkan Derviş Mehmet, 23 Aralık sabahı, gün doğarken Menemen'e girdi. Belediye Meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Meydandaki kalabalığın bir bölümü çağrısına uymuş, bir bölümü ise seyirci kalmayı yeğlemişti.
23 Aralık 1930 yılında kendisini mehdî olarak adlandıran Derviş Mehmet ile arkadaşları; Menemen'in 70 bin kişilik halife ordusuyla kuşatıldığını söyleyerek, halkın yeşil bayrak altında toplanmaları gerektiğini duyurmuşlar ve "Şeriat isteriz" diyerek ayaklanma başlatmışlardır.
Gösterilerin kısa zamanda tam bir irtica hareketine dönüşmesi üzerine, Menemen'de yedek subaylığını yapan Mustafa Fehmi Kubilay, olayı bastırmak için, bir manga askerle, başkaldıranları durdurmaya çalışmıştır. Ancak; gözü dönmüş caniler "Din elden gidiyor." çığlıklarıyla Kubilay'a saldırmış, Kubilay'ın başını gövdesinden ayırarak, yeşil bayrağın tepesine geçirmişlerdir. Bu sırada kendilerine engel olmak isteyen Şevki ve Hasan adlı iki mahalle bekçisini de ne yazık ki öldürmüşlerdir.
Olayın yaşandığı anın on yıl öncesine kadar Yunan işgali altında inleyen Menemen'de böyle bir cinayetin yaşanması, ilginçtir ve ibret vericidir.
Kubilay, Türk Devrim Tarihinde bir Anıt Adamdır. Öğretmen, yedek subay Kubilay'ı anıtlaştıran soylu ve yürekli davranış, onun Cumhuriyet Devrimlerini korumada üstlendiği yüce göreve içtenlikle bağlılığından kaynaklanmaktadır. Bu uğurda verdiği ise, başı ve canıdır.
Kaynak: TÜRKÇÜ TAVIR (turkcutavir2004@gmail.com) adına turkcutavir@googlegroups.com






Kırmızı Beyaz'ı ve Fikir Yolu'nu sürekli takip edenler bilirler ki (Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne kasteden partiler hariç) Sabih Samur olarak tüm partilere eşit mesafede durmaya özen göstermişimdir.



Particilikten ziyade ülke çıkarlarına faydası olduğunu düşündüğüm projeleri ve fikirleri desteklemeyi, yanlış atılan adımlar varsa makamı, rütbesi, yaşı ne olursa olsun ayrım yapmadan, şahsım ve ülkem adına eleştirmeyi görev edinmişimdir.

Bu eleştirilerden yoğun olarak, Emekli Gen. Kur. Bşk. Büyükanıt ve zaman zaman da Sn. Devlet Bahçeli nasiplendi. Büyükanıt Paşaya devletim ve milletim adına olan kırgınlığım ve eleştirilerim ömür boyu devam edecektir. Lâkin Sn. Bahçeli'ye bu defa sizlerin huzurunda şükranlarımı arz etmek istiyorum. TBMM Genel Kurulunda yapmış olduğu konuşmanın bir bölümünü sizlere aktarmak istiyorum.Lütfen tek kelimesini bile atlamadan okuyunuz.

Sabih Samur







----------- Sayın Devlet Bahçeli'nin --------------------
TBMM Genel Kurulunda 2009 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı



Hakkında yapmış oldukları konuşma



16 Aralık 2008







Sayın Başkan

Değerli Milletvekilleri,

...
Milliyetçi Hareket Partisi’nin siyaset anlayışının öznesi insan, nesnesi devlet, yüklemi demokrasi, cümlesi ise millettir.
Partimiz, bunlardan birini diğerine, milleti, devleti ya da demokrasiyi ötekine tercih ederek yapılacak sözde yaklaşımların eksik, kusurlu ve sakat olacağına veya bunlardan birinde neden olunacak tahribatın çok önemli beka meselelerine yol açacağını öngörmektedir.
Bu nedenle, konuşmamın bu bölümünde, adına bütçe yaptığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin ve büyük Türk milletinin varlığını, birliğini ve devamlılığını tehdit eden başlıca riskler ile bunların çözümü konusundaki değerlendirmelerimi Yüce Meclisle paylaşmak düşüncesindeyim.
Maddi yokluklar ve stratejik sarsıntıların arasından, muhteşem bir mücadele ile doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85 yıllık yolculuğunda aldığı önemli mesafeyi küçümsemek, hor görmek, adaletli bir değerlendirme olmayacaktır. Bu süre içinde ülkemiz ve milletimiz elbette ki birçok başarılara imzasını atmıştır.
Daha müreffeh bir toplum, daha kalkınmış bir ülke, daha kudretli bir devlet, daha sağlam bir millet yapısı bu süre içinde her hükümetin arzusu olmuş, bu uzunca dönemde her siyasal görüş bu alanlarda az ya da çok katkı sağlamıştır.
Devlette devamlılık, hizmette süreklilik vardır. Bugüne kadar yapılmış bütün güzel işlerin ve gelişmelerin hakkını teslim etmeyi ve emeği geçenlere şükranlarımızı sunmayı bir kadirşinaslık olarak gördüğümü belirtmek istiyorum.
Ancak, Türkiye’mizin bu yolculuğunda, kalkınma, demokratikleşme ve milletleşme yolundaki yetersizliklerin ve noksanların, özellikle siyasi vizyon eksikliği ile birleşince bugün karşımıza çok ciddi toplumsal ayrışma ve çözülme tehlikesini çıkardığını üzülerek ifade etmek durumundayım.
Bugün ülkemiz ve milletimiz, yıllardır birikmiş sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlarını aşamamış olmanın zafiyetiyle ve özellikle altı yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin “yüzleşme, ezber bozma, tabuları yıkma” adı altında tekrarladığı yanlışlarıyla beka düzeyinde tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır.
Bunları yok farz etmek, iyimser ifadelerle üstünü örtmek, geliştik, kalkındık, büyüdük, itibarımız arttı gibi sanal söylemlerle pembe tablolar çizmek, ya da alt kimlikleri nakarat halinde tekrarlayıp durmak önümüze çıkan gerçekleri asla değiştirmeyecektir.
Karşılaşılan tehdit, milletimizin bin yıllık kardeşliğini ve milli kimliğini ayrıştırmaya yönelik sosyolojik kırılma; üniter devletimize yönelik egemenlik paylaşımı ve topraklarımızın bir bölümünü yönetememe tehlikesinin baş göstereceği siyasal çözülme sorunudur.
Mutabık kalınacak ciddi, kalıcı ve köklü çözümlerin uygulanmasında gecikilmesi halinde, kapanması mümkün olmayan derin yaraların açılacağı, milli birlik ve bütünlüğümüzün onarılamayacak kadar zedeleneceği çok tehlikeli bir süreç, maalesef Türkiye’nin karşısındadır.
Gerek ihmal, gerek tahrik, gerekse dayatmalarla gelinen nokta, Cumhuriyetin kuruluşu ile elde edilen kazanımların, devlet ve millet hayatımızın temelini oluşturan kurucu ilkelerin ve bizi bir arada tutan kardeşliğimizin keskin bir yol ayrımına yaklaştığını ortaya koymaktadır.
Hepimizin arzusu olan çağdaş ve müreffeh bir topluma ulaşmada, tek seçenek paketi olarak dayatılan “demokratikleşme, çok kültürlülük, alt kimliklerin siyasallaşması, ana dilde eğitim, bölücülüğe ve teröre af ile yerel yönetimlere alabildiğine özerklik” gibi yıkım projelerine hepinizin dikkatini çekmek isterim.
Bu taleplerin siyaset eliyle ilerleme kaydetmesi ve zemin bulması halinde, bu badireden ne devletimizin, ne de milletimizin bütünlük ve birlik içinde çıkması mümkün görülmemektedir.
Bilinmelidir ki, en az bin yıllık muhteşem bir kaynaşma ile yükselerek vücut bulmuş büyük “Türk Milleti”nin, alt kimliklere doğru dönüş ve kıvrılış göstereceği böylesi bir gelişmenin yaşanması halinde, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği milli devleti ve üniter yapıyı korumak ve yönetmek, tamamen imkânsız hale gelecektir.
Adına ne denirse denilsin, ister çağdaşlaşma, ister Avrupalı olma, ister demokratikleşme; göz yumulan kimlik tahriklerine, verilen tavizlere devam edilmesi ve bu taleplere önümüzdeki dönemde anayasal kılıf ve zemin hazırlanması, Yüce Meclisin varlık nedenini inkâr anlamı taşıyacaktır.
Bunun gerçekleşmesi halinde, toplumun Türk Milleti’ne olan mensubiyet bağlarını kopartmadan korumak ve aynı geleceği, aynı coğrafyada, aynı devlet çatısı altında paylaşma arzusunu canlı ve diri tutmak zor olacaktır.
Biliniz ki, bu uyarılar asla bir vehmin ve aşırı hassasiyetin ürünü değil, bütün dikkati aziz millet varlığının bekasına odaklanmış bir siyaset hareketinin çok ciddiye alınması gereken uyarıları ve öngörüleridir.
Bugün gelinen aşamada, artık açıkça dillendirilen, “federasyon, ayrı bayrak, ayrı eğitim dili, ortak kurucu halk, çokluklar devleti, özyönetim ve hatta ayrılma tehditleri” gibi talepler karşımızdaki tehlikenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.
Ancak, burada asıl önemli olan, Türkiye’nin karşısına çıkartılan bu süreci yönetebilecek, tehditleri bertaraf edebilecek ve asal mevcudiyeti koruyabilecek inanca, değerlere, stratejiye ve vizyona sahip kadrolar tarafından yönetilmiyor olmasıdır.
Ülkemizin içinde bulunduğu yakın coğrafyada yaşanan gelişmeler de Türkiye’nin sürüklendiği olumsuz süreci hızlandırıcı rol oynamakta, ne üzücüdür ki çözüm adı altındaki yabancı dayatmaların bölgesel senaryolarla beslenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.
Hükümetin teröre desteğini sürdüren Irak’taki yerel yönetimle; iddialarından vazgeçmeyen Ermenistan’la; uzlaşmaya asla yanaşmayan Kıbrıs Rum Yönetimiyle; talep listeleri bir türlü bitmeyen Avrupa Birliğiyle ve komşularımızı tanzim etmeye çalışan Amerika ile olan ilişkilerimizi bu çerçevede ele almak gerekecektir.
Son zamanlarda ortaya çıkıp tarihle yüzleşme adı altında, utandıkları geçmişimizi yargılayarak tam bir işbirlikçi refleks gösteren sözde aydınlar da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Bu itibarla, sıraladığımız gerçek gündemle, ülkemizin yüzleşmeye başlaması için yaptığımız siyasi hamleler, partimizin öncelikli siyaset tercihi ve vazgeçilmez milli sorumluluğudur.
Çünkü Milliyetçi Hareket, bu sorunların toplum ve siyasetçi tarafından doğru değerlendirilmemesi ve önemine göre sınıflandırılmaması halinde, üretilecek sözde çözümlerin Türkiye’yi yeni ve daha büyük sıkıntılara sürükleyeceğinin farkındadır.
Değerli Milletvekilleri,
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz temel sorun, milli ve manevi değerlerimizin toplumsal çatışma alanına dönüştürülmesi ve Türkiye’nin köken, inanç ve mezhep temelinde çok tehlikeli bir ayrışma ve cepheleşme sürecine çekilmek istenmesidir.
Elbette ki, çağdaş ve modern bir millet ve devlet yapısı için almamız gereken çok mesafe, müreffeh ve hakkaniyetli bir toplum oluşturabilmek için yapmamız gereken çok işler vardır.
Ve İnsanın karşılaştığı her sorun elbette ki siyasetin ilgi alanındadır ve siyasetçinin sorunudur. Bu sorunların ise öncelikli konuşma ve çözüm yeri Yüce Meclis çatısıdır.
Ancak siyasetçinin bir sorumluluğu da, sorunları milletinin temel değerleri ekseninde çözmeye çalışmak ve çözüm alternatiflerini binlerce yılda oluşmuş milli değerler sisteminin içinden arayıp çıkartabilmektir.
Bu açıdan birileri millet kimliği dışında yeni arayışlar ve tanımlar talep ediyor diye milleti bu talepler üzerinden yeniden adlandırmak; devleti bu taleplere göre yeniden tanzim etmek, emsali görülmemiş bir yıkım olacak ve bitmeyecek başka ayrışma taleplerinin önünü açacaktır.
Nitekim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak yüce Meclis çatısı altında temsil edildiğimiz 2002 yılında, aralarında idamı kaldıran, ana dilde yayına ve özel kurslara izin veren yasaların da bulunduğu uyum paketlerine “hayır” oyu verirken temel kaygımız işte buydu.
Maalesef gelişmeler bizi haklı çıkarmış, bu tarihten sonra ne taleplerin sonu gelmiş, ne de verilen tavizlerin ardı arkası kesilmiştir.
Kimlik arayışları ile ortaya çıkan mihrakların, Avrupa’nın dayatmalarına rıza gösteren Yüce Meclis eliyle, sözde uyum ve demokratikleşme adına elde ettikleri yasal imtiyazlar bugüne kadar bitmek tükenmek bilmemiştir.
Ulaşılan her aşamadan sonra çıkılan yeni basamak, bir sonraki adımın zemini yapılmış, yeniden başlatılan kampanyalarla bölünmeye ve ayrışmaya giden merdiven birer birer çıkılmaya başlanmıştır.
Nerede durulacağı, daha ne kadar taviz verileceği, bölünme taleplerinin hangi aşamada biteceği de belli değildir.
Anayasanın ve yasaların değişimi yoluyla bölücülüğün önündeki engeller birer birer ortadan kaldırarak daha nereye kadar bu sürece refakat edilecektir? Buna artık bir son verilmek mecburiyetindedir.
Biz baştan beri, milleti oluşturan ana gövdeden kopacak küçük parçaların meşrulaşarak giderek husumeti körüklemesinden ve bütünün ufalanarak sonu gelmeyen ayrışma sürecinin başlamasından endişe etmiştik. Şimdi de ediyoruz.
Bunun oluşmuş bir milleti, sosyolojik anlamda geriye götürecek, boy ve kabilelere dönüştürecek iptidai ve ırkçı proje olarak görüyorduk. Şu anda da aynı tehlikeyi artan bir vurgu ile söylüyoruz.
Karşımıza çıkacak sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik sorunların çözümünde takip edilecek ilkeler; millet varlığının devamını ve gelişmesini sağlayacak, milli devletin bekasını sürdürecek bir çerçeve içinde ele alınmak zorundadır.
Kavramları kutsayarak ve putlaştırarak, vatansız bir demokrasi arayışını kabul etmemiz; milletsiz bir demokratikleşmeyi dikkate almamız inandığımız siyaset değerleri açısından mümkün değildir.
Yaklaşık ikiyüz yıldır siyasi şekil ve anlam bulmuş olan millet kavramı etrafında açık veya gizli mücadelelerinin bütün hızıyla sürdüğü dünyada, milletleşmenin durdurulmaya çalışılması bizim açımızdan kabul edilemeyecek bir boş hayaldir.
Bedeli kanla ödenerek kazanılmış bağımsızlığımız, bin yıl boyunca sevgi ile yoğurduğumuz kardeşliğimiz, asırlarca alın terimizle oluşturduğumuz mili varlıklarımız, birlikte yaşanan binlerce yılın ürünü olan milli kültürümüz bu ham hayalin önündeki en büyük güvencemizdir.
Elbette ki, çağdışı bir tek tip vatandaş arayışında değiliz. Herkesin birbirinin aynı olmasını beklemiyor ve hedeflemiyoruz.
Ancak, sonu gelmeyen isteklerin ve verilmesi düşünülen tavizlerin siyasal alt kimlik bilinci oluşturmasına ve bunun yeni talepler listesi halinde dayatılmasına da izin veremeyiz.
Türkiye’nin milli birliği ve bölünmez bütünlüğü gibi hayati öneme sahip milli beka meselelerinde, siyasetçilerin görüşleri ve duruşlarının zamana ve şartlara göre değişmesini düşünemeyiz.
Başta Sayın Başbakan olmak üzere, bu konuda sorumluluğu olan herkes samimi bir vicdan muhasebesi yapmalı ve Türkiye’mizi ateşe atacak yeni adımlardan ve yanlışlardan dönme basiretini gösterebilmelidir.
Bu vatanın kurucusu ve sahibi olanlar, aziz millet varlığına hep birlikte vücut veren büyük Türk Milleti ailesidir. Bulunacak bütün çözüm yolları bu ailenin bağlarını güçlendirmeli; küçülme, zayıflama, yalnızlaşmanın kimseye yarar getirmeyeceği artık anlaşılmış olmalıdır.
Bu eksende olmak üzere, hükümeti kapsayıcı millet tanımından uzaklaşarak alt kimlik taleplerini tırmandıracak söylemlerden kaçınmaya; yıllardır bitmeyen bölücü taleplere verilecek yeni tavizlerden uzak durmaya davet ediyorum.
1910’lu yıllar temel alındığında, dönemin küresel gelişmelerine karşı aziz milletimizin yegâne dayanma gücü, birleşme arzusu; vatanseverlerin heyecanı ve direnci ile eşdeğerdi ve ne mutlu ki bunu başardılar.
Bugün de karşımızdaki ayrılma ve bölünme tehlikelerine karşı en önemli direnç ve dayanma noktası; yüreklerinin vatan ve millet sevgisi ile dolu olduğuna inanmak istediğim muhterem milletvekillerinin iradesidir.
Milletvekillerinin yeri ve zamanı geldiği vakit, mensubu oldukları “Gazi Meclis”in anlamına uygun hareket edeceklerine olan inancım tamdır.


Dr. Devlet Bahçeli

Milliyetçi Hareket Partisi

Genel Başkanı

Silivri’de, “Ergenekon Davası”nda yargılanan Emekli Tuğgeneral Veli Küçük dostumdur. Çok beraber olmadık ama çok telefonlaştık; ülke meseleleri ve Atatürk Cumhuriyeti’nin nerelere sürüklendiği ve buna karşı ne yapmak gerektiği hususunda dertleşirdik! Bu telefonları birileri herhalde dinlemişlerdir; eğer Atatürkçüler olarak böyle dertleşmek-konuşmak, “Ergenekoncu” olmaksa, ben de suç işlemiş sayılabilirim!
“TOPAL OSMAN”
Veli Paşa ile dostluğumuz, Kurtuluş Savaşı’nın yiğit kahramanı “Topal Osman” konusuyla başladı. Mustafa Kemal’e bağlılığı yüzünden, yaptığı aşırı bir harekâtın cezasını hayatıyla ödemişti bu yiğit Kardanız uşağı! Onu, dostu olan ve adı geçince gözleri yaşaran babamdan tanımıştım ve Veli Paşa’nın Giresun’da, “Topal Osman’ın heykelini” dikmek teşebbüsünü desteklemiştim! Bu trajedinin bir benzeri, şimdi oynanmakta! “Topal Osman” bazılarının iddia ettikleri gibi “eşkıya” değildi. Bana göre Veli Paşa da, “eşkıya” değildir ve aksi, hiçbir şüpheye mahal kalmadan ispat edilene kadar masumdur!
TUNCAY GÜNEY
Meczup mu, iliştirilmiş-yerleştirilmiş iki taraflı “ajan” mı, Tuncay Güney adlı bir adam, kendisine, hakkında kitaplar yazacak kadar inanmış iki gazeteci, beni TV programlarına telefonla konuk ettiler ve bu adamın benim Veli Küçük Paşa’nın “akıl hocası” olduğumu iddia ettiğini söylediler. Onlara; “Paşa benim dostumdur, onun akıl hocası olsaydım iftihar ederim… Ama Türk Ordusu’nda Tuğgeneralliğe kadar yükselmiş, Atatürkçülüğü Harp Okulu’nda özümsemiş bir kişiye akıl hocalığı yapmak haddim değil” diye cevap verdim. Ben yazılarımla, konuşmalarımla, kimseye “akıl hocalığı” yapmıyorum. Akılsızlara akıl vermeye vatan hainlerine hadlerini bildirmeye çalışıyorum! Ama iddiaya göre, Paşa eğer “Ergenekonun” “Bir” numarasıysa, demek asıl şef benim! Yoksa “Mustafa” mı? Geçenlerde malum bir gazetede çizgi bir bulmaca vardı; bir tarafta güya Tolon, Eruygur ve Küçük Paşalar, diğer yanda, belli belirsiz bir kişi. Gazete soruyordu; “Bilin bakalım bu kişi kim?” diye! Seçeneklerden biri “Mustafa”! Buna karşılık, internette dolaşan bir çizgi var; Anıtkabir önünde kara pardösülü kara gözlüklü iki kişi, ellerindeki telefonla “Şef; henüz çıkmadı, çıkarsa tutup getireceğiz” diyorlar! Gördünüz mü getirildiğimizi halleri!
Veli Paşa hakikaten iddia edildiği gibi bir örgüt kurduysa ve başı ise, bana bunu haber vermediği için, doğrusu ona kırıldım. Eğer haber vermiş olsaydı, orduda aldığım terbiyeye göre, saygı dairesinde, ama haddimi aşarak, “bunun yanlış olacağını terörle, darbeyle bir yere varılamayacağını, aksine mücadeleye zarar vereceğini, haklı mücadeleyi, meşru yöntem ve örgütlerle yapılması gerekeceğini” söylerdim!
ÇAPRAZ ATEŞİNDE
Veli Küçük Paşa su sırada yargılanıyor, çapraz sorguya çekiliyor… Onun maslağı askerlik ve savunması da haksızlıklara karşı hiddet! İyi yetiştirdiği avukat kızı Zeynep Küçük, hukuki savunmasıyla bunu tamamlıyor! Davanın ayrıntılarına giremem. Bazılarının bol bol yargısız infaz yapmalarına karşılık haklı da olsa, “hüküm” veremem ve davayı görmekte olan yargıçları etkilemeye teşebbüs edemem. Onlara sonuna kadar güvenirim. Silivri’de yargılanan ve aylardır, haklarındaki iddianameyi, yargılanmayı bekleyen Generaller ve diğerleri, evrensel hukuk kaidelerine göre, aksi hiçbir şüpheye mahal kalmayancıya kadar, masumdurlar.
Fakat Ergenekon olayının başından beri, bir kısım medya, kanunlara rağmen kasten sızdırılan bölük-pörçük iddia ve dedikodularla sanıklar hakkında, peşin hükümlerini verdiler, veriyorlar ve onları yargısız infaz ediyorlar! Veli Küçük Paşa’yı da şu sırada özellikle, öyle… Daha yargılama devam ederken, onun hakkında yazdıkları aşağılamalar en azından haksızlık fakat aslında ahlaksızlık! Malûm TARAF gazetesinin manşeti “Turşucu Paşa”… Yani Türk ordusunun şerefli bir generali “Turşucu”! Türk ordusuna olan sönmez hınçlarını, Veli Paşa’dan alıyorlar ve Tolon ve Eruygur Paşalardan alıyorlar!Bütün bu rezillikler karşısında Veli Küçük ve diğerlerini aksi sabit olana kadar masum olanları korumak boynumun borcudur!






“İşte geldik gidiyoruz / Bilinmez bir diyara” Bush bu şarkı sözlerini biliyor mudur sizce? Sanmıyorum. Ama bilseydi üzerine alabilirdi diye düşünüyorum.
İki halk arasındaki farkı gözlemlemeye çalışıyorum. Aynı zamanda benzerlikleri…
Irak Halkı ve Osmanlı. Siyah-Beyaz filmlerde işgal kuvvetlerinin İstanbul’a girişini izlediğinizde alkışlayan, atlı veya yaya birliklerin önüne kendini atan, onlara çiçek veren, olmadık sevgi gösterilerinde bulunan yok (Olanlarda artık alkışladıklarının yanında; birlikte yaşıyorlar). Bu saydıklarımın hepsi Amerikan işgal kuvvetlerini karşılayan Irak halkında ise tamamı ile mevcut idi. Saddam Hüseyin’den kurtulmanın sevinci, zevki ve şevki ile bağırlarına bastılar, o kendilerine demokrasi getirdiklerini ve sadece bunun için geldiklerini söyleyen Conileri.
Aynı Coniler tüm ihtiyaçlarını, cinsellik de dâhil olmak üzere Irak halkından karşıladılar. Önce Petrolünü aldılar bu halkın, daha sonra geleceğini… Gururunu, namusunu, toprağını, canını. Alınacak nesi varsa. Bu demokrasi havarilerinin başında Bush Efendi vardı.
Ama daha sonra gerçekleri gören, zavallı Irak halkının başında ise bu işgal gücünü ülkesinden defedecek, zekâ, kudret ve organizasyon yeteneğine sahip, Can Dündar’ın yalnız adamı olan Mustafa’dan, benim Mustafa Kemal’imden yoktu. Uşaklar vardı sadece. Şu an bizim resmi ilişki kurmak zorunda kaldığımız, düne kadar karşımızda esas duruşunu gösteren Talabani ve Barzani. Sattılar kendilerini ve Irak Halkını. Maddi ve manevi anlamda ayağa düşmüş olan Dolar uğruna…
Amerika’nın popo kurtarmaca oynadığı bugünlerde bizde onun dümen suyunda, AKP iktidarının iradesi ile yeni açılımlar gerçekleştiriyoruz. Kuzey Irak yönetimi ile direk temastayız. Tüm eski Kırmızı Çizgilerimizi kırıp, koltuğumuzun altına aldık, iş bitirici büyük iş adamı pozlarıyla. Zaten “Kırmızı Çizgilerimiz var. Bu çizgiler aşılırsa savaş sebebidir” diyen masalcı amcalar, büyük bir ihtimalle, bugünün gözleri ile Ergenekoncu filan idiler.
Her şey planlandığı üzere saat gibi tıkır tıkır çalışıyor.
Bu arada Dış İşleri Bakanı Ali Babacan’ımızı da yavaş yavaş Başbakanlık koltuğuna ısındırıyoruz. Emir büyük yerden olsa gerek!
Ocak 2009’da Sevgili Bush’umuzu başkanlık koltuğundan İzmir Marşı ile uğurlarken, Irak Halkının “Seni Özleyeceğiz Başkan Bush” dediğini duyar gibiyim. Belki de Irak Halkı (özgür iradesiyle) Bush’u Demokrasi ve İnsan Haklarına yapmış olduğu katkılardan ötürü Nobel’e aday bile gösterebilir.
İçeriğini bilemediğimiz ikili antlaşmalarla Irak Halkının sahip olduğu tüm değerler kim bilir bilmem kaç yıl ABD’nin ipoteği altına alındı. Vananın başında sapını tutan Coni. Gerisi hikâye. Olsun her şeye rağmen Demokrasi geldi ya…
- Gazeteci arkadaşımızın ayağından çıkartarak kafana fırlattığı (Türk Malı) ayakkabıları dostluğumuzun
bir nişanesi olarak kabul et lütfen.


—SENİ ÖZLEYECEĞİZ BAŞKAN BUSH


— BEN DE SİZİ IRAK HALKI
Sabih Samur

www.fikiryolu.com

Gönderen SABİH SAMUR | 5:00 ÖS | , | 0 yorum »

FikirYolu.com

http://www.fikiryolu.com/

”Ergenekon’dan Çıkış” İçin Bir Demirci’nin Öne Geçip Demirdağı Eriteceği Günler Yakındır!
*******
TÜRKÇÜ TAVIR grubuna kayıt ol

E-posta:

Bu grubu ziyaret et
*********


TÜRKÇÜ TAVIR’A SESLENİŞ

Naçizane benim de içinde olduğum bu gruba seslenmek istiyorum:Lütfen aramızdaki yazışma ve gündemlerde, somut konular üzerinde yoğunlaşalım ve yoğunlaştığımız konularda ise elimizden geldiğince şahsi, somut fikirlerimizi sunmaya çalışalım.Kes yapıştır, kopyala yapıştır mantığı ve/veya kolaycılığıyla ve hatta belki de hiç okumadığımız bir yazıyı insanlara servis ederek, Türkiye Davasına hizmet edemeyiz.TÜRKÇÜ TAVIR yakalamış olduğu sinerji ile büyük işler başarabilir; TBMM’ye, Genel Kurmaya, Hükümete lobi faaliyetinde ve yaptırım gücünde bulunabilir.
Bu grubun zaman içinde organizatörü tarafından dikkatli bir incelemeye tabi tutularak kalite ve kültür süzgecinden geçirilmesi, hizmet(VATAN HİZMETİ) üreten bir boyuta getirilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Saygılarımla
Sabih Samur 17 Aralık 2008


Başkanlığa veda turu kapsamında Bağdat’ta basın toplantısı yapan ABD Başkanı Bush’a “Al sana veda öpücüğü, köpek!” diye bağırarak ayakkabılarını fırlatan Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi, ülkesindeki direniş hareketine büyük güç ve moral kazandırdı. Hasan Tahsin, İzmir işgali sırasında Yunan’a ilk kurşunu sıkarak sembol isim haline gelmişti.

O bir halk kahramanıIraklı gazeteci Muntazar El Zeydi’nin fırlattığı ayakkabı 1.5 milyon sivili katleden, 6.5 milyon çocuğu yetim ve öksüz, 2 milyon kadını dul bırakan işgalci Bush ve emperyalizme tokat gibi indi
Irak’ı işgal ederek milyonlarca masum insanı katleden ABD Başkanı George Bush’un görev süresinin bitimine az bir süre kala Irak’a yaptığı sürpriz ziyarette Iraklı bir gazeteci tarafından protesto edilmesi dünya gündemine bomba gibi düştü. Başkanlığa veda turu kapsamında Irak’ın kukla Başbakanı Nuri el Maliki ile biraraya gelerek Bağdat’ta basın toplantısı düzenleyen Bush’a Arapça “ Al sana veda öpücüğü köpek” diye bağıran El Bağdadiye kanalının muhabiri Muntazar El Zeydi, ayağındaki ayakkabıyı Bush’un kafasına fırlatarak tepki göstermişti. Gazetecinin ayağından çıkarak fırlattığı ayakkabının teki Bush’un eğilmesi ile hedefini ıskalarken, ikinci teki ise Bush’un başının üzerinden geçerek duvara çarpmıştı. ABD gizli servis ajanları ve Iraklı güvenlik görevlileri ise protestonun ardından Zeydi’yi salondan dışarı çıkarmıştı.Sürekli ekranlardaIraklı gazeteci Muntazar El Zeydi dün Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin korumaları tarafından sorguya çekilmek amacıyla gözaltına alındı.Iraklı bir güvenlik yetkilisi , Zeydi’nin alkol ve uyuşturucu muayenesinden geçirildiğini, Bush’a karşı yaptığı protesto için ise kendisini kimlerin yönlendirdiğinin öğrenilmeye çalışıldığını ve 20’li yaşlardaki gazetecinin, ayakkabılarının kanıt teşkil ettiğini söyledi. El Zeydi’nin meslektaşları, gazetecinin geçen yıl kaçırıldığını, çalıştığı televizyon kanalı El Bağdadi’nin olaya müdahalesinin ardından serbest bırakıldığını söyledi. El Bağdadi televizyonu, ayakkabı fırlatma görüntülerinin yanı sıra El Zeydi’nin bırakılması çağrılarını defalarca yayımlamaya başladı ve muhabirleri El Zeydi’nin serbest bırakılması için dayanışma çağrısında bulundu. Haber alamıyoruzEl Bağdadi televizyonundan yapılan açıklamada, Irak hükümetinden El Zeydi’nin serbest bırakılması istendi. Kanal yöneticisi Fityan Muhammed de Associated Press ajansına verdiği demeçte, El Zeydi’ye olaydan bu yana ulaşamadıklarını ve telefonunun kapalı olduğunu söyledi. Dayanışma çağrısıMısır’ın başkenti Kahire’deki El Bağdadi televizyonunun yöneticisi Abdülhamid El Sayeh, muhabirlerinin serbest bırakılması için herkesi seferber ettiklerini, dünya çapında birçok kuruluşun da kendileriyle birlikte olduğunu söyledi.
“Al sana köpek” “Al sana veda öpücüğü köpek” diye seslenerek ayakkabılarını fırlatan Iraklı gazetecinin tepkisi, İşgalci Bush’un Irak’tan sonra gittiği bir diğer işgal bölgesi Afganistan’da da yankı buldu. Saldırı, Afgan gazeteciler arasında şaka konusu oldu. Zeydi’nin kardeşi Uday El Zeydi de, “Allah’a şükür, Muntazar, Iraklıların kalplerini gururla doldurdu. Eminim Iraklıların çoğu, Muntazar’ın yerinde olmak isterdi” derken, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da olay şaka konusu oldu. Irak’ın “14 Aralığı uluslararası ayakkabı günü” ilan etmeyi düşündüğü yolundaki mesajlar yayılmaya başladı.
Cesaret nişanı verilecekLibya lideri Muammer Kaddafi’nin kızı Ayşe’nin başkanlığını yaptığı hayır kurumu, Munhtazar El Zeydi’ye “cesaret nişanı” takma kararı aldı. Açıklamada, “Gazeteci, açıkça ’insan haklarını ihlale hayır’dedi ve bunu Bush’un suratına ayakkabılarını fırlatarak dile getirdi” ifadesi yer aldı.
Terlik yön değiştirdi9 Nisan 2003’te devrik lider Saddam’ın heykellerini yıkıp ayakkabı ve terlikle döven Iraklılar, aradan geçen 5.5 yıldan sonra 14 Aralık 2008’de bu kez Bush’a ayakkabı fırlattı.Iraklı gazetecinin tepkisi ülke genelinde “Kahramanlık” olarak nitelendirildi.
Hasan Tahsin’i hatırlattıIraklı gazeteci El Zeydi’nin, işgalci Bush’a ve Irak’taki zulme karşı eylemi Kurtuluş Savaşı’ndaki “Hasan Tahsin” olayını akıllara getirdi. 5 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan işgalci Yunan alayına ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan gazeteci Hasan Tahsin, tek başına emperyalist işgalcilere tepki gösterip, Yunan sancaktarı teğmeni ördürmüştü. Kurşunu bitene kadar çarpışan Tahsin, karşı ateşle 31 yaşında şehit edilmişti. İzmir’de Hukuk-ı Beşer gazetesinin yayımcılığını da yapan Tahsin’in 1973 yılında anısına İzmir Konak Meydanı’nda “İlk Kurşun Anıtı” dikildi.




Bayilerde hiç YENİÇAĞ kalmasınYENİÇAĞ’ı daha geniş kitlelere ulaştırılmasında da siz değerli okurlarımızın yardımını bekliyoruz. Lütfen yolunuzun üzerindeki bayilere YENİÇAĞ bulunup bulunmadığını sorun. Bayilerde iade YENİÇAĞ bırakmayın.

Milli Direnişin Kalesi YENİÇAĞ, güçlü kalemleriyle teslimiyete, küresel kuşatma ve dayatmalara karşı çıkıyor. Bu direnişte en büyük gücü sizlerden alıyor. Türk vatanına ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkma mücadelesinde YENİÇAĞ’ın sizlerin desteğine daha da ihtiyacı var. Her gün 2 YENİÇAĞ alın. Dostlarınızı YENİÇAĞ ile tanıştırın. Her gün 1 arkadaşınızı YENİÇAĞ okuru yapın. Çünkü; Türkiye’nin YENİÇAĞ’a ihtiyacı var.
HER GÜN 2 YENİÇAĞHER GÜN 1 YENİ OKUR
En büyük gazete Her Yeniçağ gazetesi bir vatan parçası, bir kalenin burcu gibidir. Bayrak dalgalanacak, kale düşmeyecektir. Sizler, bayide bırakmayıp alacağınız her Yeniçağ ile Türklük kalesine bir taş koymuş olacaksınız.

Sabih Samur Kritiği : Biz de Kırmızı Beyaz olarak Yeniçağ Gazetesini yürekten destekliyoruz ama bir taraftan da eleştirmeden edemiyoruz.Gazetenin yaşatılmaya çalışılması gibi bir imaj bence Yeniçağ'a zarar veriyor.Tam tersini yapmak gerekiyor.

Sn. Ahmet Çelik size daha önce de fikirlerimi yazılı ve sözlü olarak izah etmiştim.

Yeniçağ Gazetesinin nerelere yürüyebileceğinin ve çapınızın maalesef farkında değilsiniz.

Yeniçağ Gazetesi'nin fiyatı 200 Ykrş olarak sabitlenip, TİRAJ 150.000 Adet/gün olarak hedeflenerek agresif bir pazarlama ve reklam stratejisi gerçekleştirilmelidir.

Bu hedefi gerçekleştirecek kişilerle çalışılmalı ve herşeyden önemlisi sizinle çalışan ve size inanan ekibi de maddi manevi desteklemeli, diye düşünüyorum...
Sevgi ve Selamlar

Sabih Samur

Gönderen SABİH SAMUR | 1:22 ÖS | , | 0 yorum »

Sabih Samur

RGS Global ismi ile bir rüzgar esti 2004-2006 yılları arasında Tekstil Camiasında. Rüzgarın belki de kasırganın sahibi malum kişi Levent Çotuk ve ekibi idi.

Rodi Jeans'teki profesyonel yöneticiliğini başarı ile tamamlayarak Rodi Ailesinden alkışlarla uğurlandı.Mevcut birikimini ve müşteri portföyünü kendi kurduğu şirketinde değerlendirmek istedi ve öyle de yaptı.

Yaptı ama hepimizin yaptığı hatayı yaptı.Müşterinin peş peşe gelen talepleri doğrultusunda çok kısa bir zaman diliminde % 300 büyüme gösterdi.Anadolu Arslanları'na katıldı. Yozgat ilimizde en büyük istihdamı gerçekleştirdi. Dokuma ve Denim pantalon üretim tesisi Yozgat'ın belli bir dönem gurur kaynağı oldu.İşte hata da bu nokta da başladı.

İş potansiyeli ve yatırımları destekleyecek finans planlamasına aynı özeni göstermeyerek belli bir dönem sonra, malum nakit akışı sıkıntısı ve peşinden gelir-gider dengesi sıkıntıları...

Ve beklenen son; 300 kişinin işsizler ordusuna katılması,İTO'dan bir kaydın daha silinmesi.

İki yıl süren bir takip.İcralar,dosyalar,alacaklıları tek tek ziyaret etmesi,ev adresinin resmi ve fiili olarak değişmemesi(aynı kalması),telefonunun 24 saat açık olması,herkese cevap vermesi ve insanlardan KAÇMAMASI...

İki yılın sonunda silkiniş,kalınan yerden devam kararı.

En iyi savunmanın karşı taarruz olduğunun bilincinde olan Levent Kardeşimize çıkmış olduğu hayat kavgasında başarılar diliyoruz.

Bu savaşı sembolize etmek amacıyla kamuflajlı fotoğrafını kullanıyoruz.

Onurlu mücadelende yolun ve bahtın açık olsun.


Unutma! Düne kadar seninle zaman zaman saygı sınırlarını dahi aşan diyaloglarda bulunanlar (sen dimdik durduğunda iş gücünle, yarattığın istihdamla) emin ol sana yeniden Levent Ağabey diyeceklerdir.


Levent Çotuk'tan Öğütler


1) En küçük çekirdek olan ailene sığın, tüm zamanını sadece eşin ve çocuklarınla geçir. Yalnız onlardan güç alabilirsiniz.
2) Sağlığına dikkat et ! (sigarayı bırak) Vücudunu dinç (fit) tut !
3) Ne iş yapıyorsan en iyisini yapmaya çalış, az da olsa farketmez, sunduğun ürünün en kalitelisini ver piyasaya.
4) Bulunduğun pozisyonu (borçlarını v.s.) çok net olarak gör, algıla ve tablona hakim ol.
5) ALLAH ile aranı düzelt !

Sabih Samur

İSİM DEĞİŞSE DE ZİHNİYET AYNI

Gönderen SABİH SAMUR | 1:41 ÖS | , , , , | 0 yorum »



Bush’a alternatif gösterilerek Beyaz Saray’a çıkarılan Obama’nın vaatleri havada kaldı. Irak ve Afganistan işgalinin bitirilmesini beklemek ise hayal
4 Kasım seçimlerini kazanarak ABD’nin yeni başkanı seçilen Barack Obama, 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a çıkacak. Seçim kampanyasında, “Değişim, özgürlük ve demokrasi” vaatleriyle makyajlanan siyahi lider Obama’nın işbaşına gelecek olması ise Avrupa ve Türkiye’deki yandaşlarını umutlandırıyor.
Boyaları döküldüAfganistan ve Irak’ta işgal süreci başlatarak milyonlarca kadın ve çocuğun kanına giren ABD’nin dış politikasının değişmeyeceği ise ortada. George Bush yönetiminin akıttığı kan ve gözyaşını silmesi beklenen Obama’nın ’Sadece figür’, ’Siyahi bir örtü’ olduğunu görmezden gelerek, uluslararası toplumun gözünü boyayanların ise boyası dökülmeye başladı. “Afganistan’daki askerlere sınır getirilecek”, “Irak’taki işgale son verilecek” diyerek ılımlı bir tavır sergileyeceğini iddia eden Obama’nın vaadleri havada kaldı.
’Yeni yüz’ aldatmacasıObama, dün Chicago’da ‘Dış Politika ve Ulusal Güvenlik’ ekibini açıkladı ve işgalci Bush’un suç ortağı Savunma Bakanı Robert Gates’i en az bir yıl daha işbaşında tutma kararı aldı. “İsim değişir, ABD’nin çıkar politikası değişmez” diyen Uzmanlar, Gates’in göreve devam etmesinin eski politikaların devam edeceğinin işareti olduğuna dikkat çekti. Ilımlı İslamcılar’ın seçimlerdeki adayı Hillary Clinton Dışişleri Bakanlığı’na getirilirken, Obama’nın Güvenlik Danışmanı, eski NATO Başkomutanı emekli General James Jones, İçişleri Bakanı Janet Napolitano , Adalet Bakanı Eric Holder, ABD’nin BM’deki daimi temsilcisi ise Susan Rice oldu.
Washington’un politikaları belli“Özgürlük, Değişim, Demokrasi” sloganını kullanan Obama, Bush’un dış politikasını devam ettirmeyi planlıyor. Washington’un emperyal politikasında ise radikal bir değişiklik olmayacak görünüyor.
Kaynak : Yeniçağ Gazetesi

Re: ‏
Kimden:
banu avar (avarbanu@gmail.com)

Gönderme tarihi:
29 Kasım 2008 Cumartesi 15:40:36

Kime:
Sabih Samur (sabihsamur735@hotmail.com)

Sabih bey, öncelikle geçmiş olsun! Arkadaşlara yazınızı ileteceğim. Bu arada bilmenizi isterim programların tüm hakları TRTnin. Dolayısıyla DVD çıkaramıyorum. Ama kitaplar yayınlıyorum. Programların genişletilmiş metinleri kitaplardan okunabiliyor. 4 Aralıkda Alanya ADD'deyim. Bilginize. Sevgi selamlar. BA

28 Kasım 2008 Cuma 22:50 tarihinde Sabih Samur <sabihsamur735@hotmail.com> yazdı:

Sn. Banu AvarMerhabaSiz TRT'den ayrılırken ben talihsiz bir olay yüzünden Metris Cezaevi'nde idim.Bu nedenle o tarihte sizin için yazdığım makaleyi ekte size gönderiyorum.Sitenizde yayınlarsanız onur duyarım.

En içten saygılarımla

Sabih Samur
Yeni Alanya Gazetesi Köşe Yazarı

SİCİL AFFI NEDEN GEREKLİ?

Gönderen SABİH SAMUR | 11:21 ÖS | , | 0 yorum »


2008’de Türkiye’de yaşayan üç kişiden sadece birinin sicilinin temiz olduğunu biliyor muydunuz?
O birin de ticaret için yeterli yaş grubunda olmadığı için temiz kaldığını? Şaka gibi.
1980 yılından beri belki de daha önceki yıllardan bu yana işlenmiş suçların sile beraber peşi sıra bugünlere kadar geldiğini ve tabiri caiz ise kirli bir olduğunuzu biliyorsunuzdur.
Düşünün bundan 5 sene evvel ticaret yapmışsınız ve çekiniz yazılmış. Zaman geçmiş durumunuz düzelmiş tekrar ticaret yapacaksınız ne mümkün? Bankalar nezdinde kirli bir kişi olarak ne çek karnesi, ne kredi ne de kredi kartı alabilirsiniz. Çünkü siciliniz bozuk.
Hal böyle iken Türkiye’de kendi ismi ile iş yapabilen, parmak sayısı kadar az. Ne oluyor peki?
Ne kadar akraba veya arkadaş çevresi varsa temiz, adı kirlenmemiş onlara müracaat. Çünkü senin adının bir geçerliliği maalesef yok.
Türkiye’yi yönetenler, Türkiye’nin önüne yepyeni, tertemiz bir sayfa açmaları gerekiyor.
Ticaret ile uğraşan daha doğrusu legal olarak uğraşamayan kişilere bu imkânın tanınarak iş ve işlem hacminin arttırılması gerekiyor. Bunun da çözümü TBMM’den geçiyor.
TBMM, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinden ziyade, (elalem diyor diye değil) ülkemizin milli menfaatleri doğrultusunda Sicil Affı’nı bir an önce çıkartmalı ve yürürlüğe sokmalıdır.
Bunu takip eden bir sonraki adımda “Ticari Suçlardan Ötürü Özgürlüğü kısıtlayan maddelerin devre dışı bırakılması” olmalıdır.
Örneğin,36.500 YTL tutarında karşılıksız bir çek için 365 GÜN hapis yatmak gerekmektedir. Borç ödenmediği gibi alacaklı ve borçlu karşılıklı olarak hiçbir sonuca varamamaktadır.
Ticarette kaybedilen maddi kayıp, itibar ve ismin yine ticaret ile giderilebileceği gerçeği göz önünde bulundurularak, şahıs ve kurumların birbirlerine olan borçlarını kurulacak olan (konuya çok iyi hâkim) İhtisas Mahkemeleri ile garanti altına almaları sağlanmalıdır.
Türkiye’nin krize doğru koşan bir dünyada, ticaret erbabına, esnafına, işadamına ihtiyacı vardır.
Sabih Samur

55 Yaş ve Ölüm Üzerine



Plus dolet quam meses est, qui ante dolet quam messe est.
(Seneka)

Gereğinden önce dertlenmek, gereğinden fazla dertlenmektir.


Bu sıralar, başucu kitabım, “Montaigne, Denemeler”. Sabahattin Eyüboğlu tarafından Türkçeye çevrilen, Cem yayınevinden çıkan bu kitabı elimden düşürmüyorum. 400 yıl evvel yazılanları okumak ve onda kendinle ilgili, yaşamla ilgili şeyler bulmak, harika bir duygu. Mutlaka okunması gerekli bir eser.
Zaman zaman yukarıdaki gibi, çok sevdiğim kısımları, sizlere aktaracağım.
Eminim tamamını okumak isteyeceksiniz.
Zamansızlıktan yakınıp ve bunu bahane ederek, ötelediğiniz bir sürü aktivite vardır hayatınızda. Bence bunun adı tembellik.
“Bugünün işini yarına bırakma” diyen atalarımız çok mu akıllıydı, yoksa biz daha mı az akıllıyız? İşlerimizi yarına bıraktıran iç gücümüz, bize yarına çıkacağımızın garantisini veriyor mu?
Ölüm sayılan uykudan, sabah uyandırılacağımızın garantisi var mı? İşte tüm bu soruların cevabı bende olmadığı gibi sanırım hiçbirimizde yok.
Şu sıralar aklıma takılan ve iç çatışma yaşadığım garip bir durum var. Sizlerle paylaşmak istiyorum.
Şöyle olmalı, böyle olmalı, diye kendi kendime yorum yaptığım, bazen dostlarımla ve eşimle paylaştığım, konular ve şahsi projelerimin, ülke gündemine gelmesi ve birileri tarafından uygulanması, beni inanılmaz mutlu ve onurize ediyor. Ama inanın, bu yakın geleceği ve olayları ön görebilme yeteneği, artık beni korkutuyor.
09 Nisan 2008’de ikinci çocuğumuz oldu. Bir kız, adı Defne. Yiğit’in kardeşi. Ömrü uzun, bahtı açık olsun. Defne ile beraber bu mutluluğu yaşarken, birkaç sene önce sevgili eşime söylemiş olduğum, “sanırım 55 yaşında vefat edeceğim” sözü beni inanılmaz rahatsız etmeye başladı. Korkum, Yüce Allah’ın bunu bir dilek olarak kabul edip, dua olarak görmesi ve kabul etmesi.
Her fani gibi benimde korkularım var. Allah’ın bize verdiği, nimetler ve güzelliklerden, mümkün olduğunca, uzun bir ömürle faydalanmak istiyoruz. Aileye yeni katılan bir can (Allah’ın bir lütfu) ile daha uzun bir süre beraber olup, yaşama isteği. İnsanoğlunun doğasında var.

“Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de geciktirebilir.”
Hicr Sûresi 5 S: 263

“Her nefis ölümü tadacaktır! Sizi imtihan etmek için, hayra ve kötülüğe müptela kılarız. Hepiniz en sonunda bize döndürüleceksiniz!”
Enbiyâ Sûresi 35 S: 325

Kuran-ı Kerim'de yer alan "ecel" ile ilgili bu iki sûreyi sizlerle paylaşmak istedim.

Sabih Samur



FİKİR YOLU SİTESİNDEN GELEN YORUM
55 Yaş ve Ölüm Üzerine adlı Metris Cezaevinde kaleme almış olduğum makalemi biraz da tereddüt ederek göndermiş olduğum Fikir Yolu’ndan aşağıdaki yorumu aldım. Sürekli Siyasi konularda makale gönderdiğim Fikir Yolu’na bundan sonra apolitik konularda da yazılarımı aktarmaya ve sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Saygılarımla
Sabih Samur

'Sabih Samur'dan' kategorisi arşivi

55 Yaş ve Ölüm Üzerine /Sabih Samur
Yazan: admin 23 Kasım 2008 Kategori: Sabih Samur'dan

Sayın Sabih Samur,Lütfen bu konuyu işlemeye devam edin. Siyasi konularda nasıl olsa herkes yazıyor; ama böylesi derin konulara girmeye nedense çok kişi cesaret edemiyor. Başarı dileklerimizle…

Fikiryolu
*************

ANKARA - İSTANBUL

Gönderen SABİH SAMUR | 2:03 ÖS | , , , , | 0 yorum »

ANKARA – İSTANBUL 02.09.2008



Seksen küsur yıldır bitmeyen şarkı. Başkent İstanbul mu yoksa Ankara mı olmalı?
Yüzyılların alışkanlığı İstanbul varken neden Anadolu, neden Ankara?
Yıl 2008. Aylardan Eylül, günlerden Salı. 2 Eylül Salı. Gündem inanılmaz yoğun. Gürcistan’ın Güney Osetya’yı işgal etmesine tepki gösteren Rusya, Gürcistan’a girmişti. NATO ve ABD her zamanki gibi önce rest çekti sonra diplomatik daha sonra da ekonomik ambargo söylemlerine geçti.
Ama lafta kaldı…
Türkiye ise her ne kadar ABD müttefiki ve NATO üyesi olsa da Rusya ile olan ikili ilişkileri doğrultusunda, konuyu birebir mütalaa etmeyi tercih etti. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tatilini yarıda kesip, Rusya’ya giderek Putin ile görüşmesi iyi bir hamle idi. İkinci adım Rusya’dan geldi. Bugün, 02 Eylül’de Rus Dış İşleri Bakanı Lavrov Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin neresine geldi? Gelmesi gereken yer, Dış İşleri Bakanlığı’nın bulunduğu Ankara yani başkent idi. Ama (AKP hükümetinin tercihi) İstanbul’a geldi.
Dolmabahçe Sarayı’na. Daha önceki önemli konuklarda olduğu (yaklaşık bir ay önce İran İslâm Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı) gibi.
Bugünlere nerelerden gelindi? İstanbul, düşman çizmeleriyle çiğnenmemiş miydi? Onlar tarihte kaldı, bir daha böyle şeyler olmaz, zaten balistik füze savaşlarının olacağı bir dünyada, başkentin sahilde veya Anadolu’nun göbeğinde olmasının çok önemi yok diyenlere, tarihi hatırlatmak istiyor ve sizi 1922 yılına götürüyorum:
“Başkentin Ankara ya da İstanbul olması, o günlerde devrimcilik yada tutuculuk ölçüsü sayılabilecek önemdedir. İtilaf Devletleri; belki de güçlü donanmalarının tehdidi ve kontrolü altında tutmak amacıyla, ısrarla başkentin İstanbul olmasını isterler. Hilafetçiler ve Saltanatçılar da, Halife’yi geçici olarak Ankara’da istemektedirler. Barıştan sonra Meclis de, Halife de İstanbul’a gidecektir. İstanbul, İslâm’ın merkezidir. Atatürk, İzmit’te gazetecilere başkent seçerken iki noktanın göz önünde tutulmasını söyler. İlk nokta, Başkentin güvenli yerde olmasıdır: “Bir geminin topundan telâşa düşebilecek bir yerde hükümet olamaz.” İkinci nokta da şudur: “Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki, hükümet gözünü memleketin bütün çevrelerine eşit biçimde çevirebilirsin. Memleketin bir kenarına çekildiğimiz zaman, vatanın bizden uzak kalan, bayındırlıktan yoksun yerlerini unutuveriyoruz.”
(İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı S.31)
2008’deyiz. Hilafet ve Saltanatçıların adı değişti; Muhafazakâr ve hatta “Yeni Osmanlılar”.
Karşılarında ise Atatürkçülerin, Cumhuriyetçilerin olması gerekirken “Ergenekoncu” damgası yememek için kimse kalmamış. Meydan bomboş. Dış İşleri Bakanlığı’nın fiili olarak İstanbul’a taşınmaması için hiçbir sebep yok! Nasılsa görüşmelerin büyük çoğunluğu İstanbul’da gerçekleşiyor. T.C. Merkez Bankası ve T.C. Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü taşındıktan sonra neden olmasın?
Dünyada söz sahibi olabilecek durumdayız. Türkiye’nin önü (doğru ellerde yönetildiği an) inanılmaz açık, kendi başımıza bir gücüz. Sözü dinlenen ve her iki süper güç tarafından saygı duyulabilecek bir güç olabilecekken biz geçmişle hesaplaşıyoruz.
Görünen o ki geçmişin hesaplaşması bitmiyor, bitmeyecek de…






“YA SEV YA TERKET” yerine “VER KURTUL” mu?

80 küsur yaşında keskin bir Kılıç, Altemur Kılıç. Gecenin üçü olmuş, dimdik ayakta TC’nin olmazsa olmaz değerlerini savunmaya çalışıyor. Kime karşı? Demokrasi adıyla Demokrat görüntüsüyle Prof. Dr. Doğu Ergil, Eski İç İşleri Bakanı Korkut Özal ve Mehmet Metiner’e karşı. Allahtan yalnız değil kısmen destekçileri var; Avni Özgürel ve MHP eski İstanbul Milletvekili Nazif Okumuş.
Mekân Show TV stüdyosu. Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı adlı programı. Altemur Kılıç Alanya’daki evinden uydu bağlantısı ile katılıyor diğer konuklar Ali Kırca ile beraberler.
Konu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın birebir söylemediği fakat aşağı yukarı aynı anlama gelen “Ya sev Ya Terket” polemiği.
Daha önce “Doğu Raporu”nu da hazırlayan kişi olan Prof. Dr. Doğu Ergil, “Ya Sev Ya Terket” söylemi fevkalade tehlikelidir. Her kes vatanını sever ama yönetimi, yönetiliş şeklini, tarzını sevmeyebilir, diyor. 36 Etnik kimlikten oluşan bir mozaikten dem vuruyor. Nazif Okumuş haklı olarak itiraz ediyor. Bırakın 36 ‘yı ezbere olarak ilk 10 etnik kimliği bile sayamazken 36 diye dillendirmenin amacını anlamakta zorlandığını ve kendisini Türk hisseden herkesin Türk vatandaşı olduğunu vurguluyor. Destek Altemur Kılıç’tan geliyor. Altemur Kılıç “Ya Sev Ya Terket” sözünün sonuna kadar arkasında olduğunu, birleştirici unsur ise Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüdür, diyerek noktayı koyuyor.
Kızılca kıyamette böylece kopuyor. Mehmet Metiner tabiri caiz ise Altemur Kılıç’a Faşist muamelesi yapıyor. Kürtlerin anayasal ortamda kültürel haklarına ve özgürlüklerine, kendi dillerini konuşmaya, kendi isimlerini kullanmaya hakları olduğunu söylüyor.
Korkut Özal ise “Türk” kelimesinin daha önce etnik amaçla kullanıldığı için Kürt halkı tarafından onay görmediği aynı Amerika’da olduğu gibi “Amerikalı” kelimesi örnek alınarak “Anadolulu” ismi altında tekrar birleşilebileceğini ve hatta özel ikili bir sohbette T.C. Cumhurbaşkanı olan ağabeyi merhum Turgut Özal ile de bu konunun sohbetini yaptıklarını dile getiriyor. “Türkiye Türklerindir” diyoruz ama Türk kim? Bunu açmak lazım, diyor.
Avni Özgürel ise “DTP’ye çok büyük bir şans ve değer verilmişti. Devlet Bahçeli TBMM çatısı altında tüm eleştirilere rağmen dostluk elin kendilerine uzatmıştı. Onlar ne yaptı?”diye soruyor. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü hiçe sayarak özerklikten bahsetmektedirler, diyor.
Özgürel bir taraftan, “TSK’ya işgal kuvveti, bu ülkenin başbakanına sözde Kürdistan’a yani Doğu illerimize gelme” dediği için DTP’yi eleştirirken diğer taraftan kanı durdurmak adına gerekirse İmralı’daki Öcalan ile konuşulmalıdır diyerek kafası karışmış bir görüntü sergiliyor.
İşte bu nedenledir ki Altemur Kılıç’a olan saygım bir kat daha arttı. Kafası karışık olmayan, fikirlerini kendi memleketinde (hala) korkmadan söyleyebilen sayılı insandan biri.
Çünkü şu anki ortamda AB’ye ve ABD politikalarına karşı olmak, bunları dillendirmek Ergenekoncu olmakla eşanlamlı.
Başbakan, başbakan olalı ilk defa doğru bir söz söylemiştir. Belki de Türk halkına olan özür borcunu ödemeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Kürt Sorunu yoktur. Kürtçülük sorunu vardır. “Ben Kürt kökenli Türk Vatandaşıyım” diyebilen, bundan kompleks değil onur duyabilen Kürt, benim kardeşimdir. Gerçekten kardeşlikten yana olan
Kürt kökenli vatandaşlarımızın dış figürlerin kurguladıkları oyunda piyon sıfatıyla yer almamaları gerekmektedir.
Olayları aman daha fazla kan akmadan diyalogla çözelim söylemi
“VER KURTUL”un Siyonizmcesidir. Sevres(Sevr) deki ilgili maddeyi okuyan, birazcık aklı olan bir vatandaş anlayacaktır ki, bu masumane isteklerin altında “Büyük Kürdistan” emeli yatmaktadır. Bu konuya bir sonraki yazımda detayları ile değineceğim. Özetle, Şehit kanları ile sulanmış bu ülkede her kim ki erk elinde iken, Eyalet, Federasyon, Özerk yapı ve sonunda bağımsızlık gibi bir oluşuma onay verip bu konuyu da Birleşmiş Milletler ve/veya AB kanalıyla gerçekleştirmeye çalışırsa, bilsin ki bedelini çok ağır öder. Divan-ı Harb ve Yüce Divan enstrümanları bedel ödemenin yegâne adresleridir.






Sabih Samur


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 25 yıl önce bugün, 15 Kasım 1983’te çok kan ter gözyaşı döküldükten sonra Türk Ordusu’nun 20 Temmuz 1974’de Rumların Enosis macerasını bitirmesinden sonra ilan edildi! Unutmak, maalesef milli zaafımız! Kıbrıs’ta 1945’ten sonra İngiltere müstemlekelerini tasfiye ederken Kıbrıs'tan da çekiliyordu...
ALTEMUR KILIÇ - Yeni Alanya Gazetesi
-----------------------
Bu sırada Türkiye’nin o zamanki Dışişleri Bakanı Profesör Fuat Köprülü inanılmaz bir gafletle,
“Kıbrıs diye bir sorunumuz yok” demişti ama Rumların, Yunanlıların emelleri vardı. Başpiskopos Makarios’un himayesinde Yunan Subayı Grivas’ın yaptıklarını banyo küvetinde öldürülen bebeklerin fotoğraflarını, mücadelenin ilk öncüleri Dana Efendi ve Fazıl Küçük’ü unuttuk! Sonra da Makarios Cumhuriyeti aldatmacasını da unuttuk… Kanları pahasına savaşan TMT mücahitlerini ve onlara komutanlık yapan adsız kahraman subaylarımızı kim hatırlar! Büyük Lider Rauf Denktaş şükürler olsun ki yaşıyor! Ama onun makamında işbirlikçi Mehmet Ali Talat oturuyor ve bırakırsak KKTC’yi bitirmek üzere… Ve maalesef Annan Planı fiyaskosunun mimarı AKP de buna yardım ediyor! Acı olan, Kıbrıs halkının bir kısmı da teslimiyetçi. AKP de, onlar da AB hayali uğruna!


TESLİMİYET KOMPLOSU


Şimdi teslimiyetçilerin KKTC’ye kurmak istedikleri tuzak ortaya çıktı! KKTC’nin kurucusu 1. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Ümraniye (Ergenekon) davası ile Kıbrıs arasında kurulmak istenen bağlantıya dikkat çekti. BRT televizyonundaki bir programda, “Bana kadar parmağını uzatanlar oldu. Bunlar safsata. Kıbrıs’ta fedakârlık yapılacaksa, halkın kabul etmeyeceği şeyler yapılacaksa, direneni suçlayarak zayıflatmak bir siyasettir”… Oyunun amacı masadan kalkılmayacak ama baskı bize gelecek. Kıbrıs teslimiyete gidiyor. Türk askeri başı eğik, bayrağını toparlayıp, şehitlerin kemiklerini torbaya koyup Anadolu’ya dönecek böyle gidersek... Türk milleti buna layık mı, olacak iş mi bu?


TAHA AKYOL FİLAN!


Taha Akyol’u milliyetçi olarak tanımıştım! MHP yayın organı Hergün Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı idi! O zaman yazdığı ateşli yazılar bulunsa da okunsa! 12 Eylül’de bu sıfatla hapis yattı. Sonra ne olduysa oldu, herhalde para ağır bastı. Bu zat 180 derece döndü. Bu adam takkeli bir liboş oluverdi. İnsanlar düşünceleri yönünde yer değiştirler ama para karşılığı böyle döneklik başka bır maharet ve karakter ister! Zamana ve zemine göre renk değiştirene ne denir? Bu hep bilgiçlik taslar. Boyuna Mustafa Kemal’le uğraşır. Tarihin çöğdüklerinde dolaşarak “Hangi Atatürk?” diye sorar. Yani Mustafa Kemal'in mevsime göre değişen yani kendisi gibi bir adam olduğunu kanıtlamaya çalışır! O’nu yıpratmaktır gizli amacı! Son olarak “Atatürk’ü okumak” başlığı altında iki yazı yazmış. Bu yazısında da “Atatürk’ü tabii kendisine göre doğru okumakla bu şekilde araştırmalarıyla, Atatürk'ün değişik dönemlerdeki politikaları ve görüşleri kavranabilir” diyor. Her yazısında yaptığı gibi O’nun Nutuk’unu referans tanımıyor! Bu yazılarda söyledikleri ayrı bir konu! Fakat Akyol lütfetmiş, “Atatürk’ü okurken” hatta Kılıç Ali falan gibi ikinci sınıf adamların anılarını da incelemek gerekir” demiş! Evet, bilhassa Akyol babamın anılarını dikkatle okumalı. O anılarda ibret alınacak çok şey var. Ve de babamın ne tür bir adam ve Atatürk sevdalısı, gönüllüsü olduğunun kanıtları da var. Taha orda sözü geçen gafiller ve hainler” arasında kendisini de bulabilir! Atatürk'ü ve babamı bu gafil ve hainlere karşı savunmak boynumun borcu. Kılıç Ali, Mustafa Kemal’in yanındaki falan gibi ikinci sınıf adamlardan değildi! Akyol filan gibiler, onun onların ayaklarına su dökemezler! Hem Kılıç Ali'ler, Balkan Harbi’nde savaşır, Çanakkale’de yaralanırlarken Kurtuluş Savaşı’nda, iç ve dış filanlarla mücadele ederken, şimdi Atatürk'e ve ona laf atanların babaları, dedeleri, acaba neredeydiler? Özellikle Taha Akyol’un? Daha önce sormuştum, gene soruyorum: Boğazlıyan Kaymakamı şehit Kemal Bey’in Nemrut Mustafa Paşa Harp Divanı’nda idam edilmesine, tanıklık ederek sebep olan Yozgat Müftüsü Taha Akyol’un dedesi mi? Tabii, akrabalık suç değil, ama malum, soydur çeker…










Bakmak ve Görmek


Sanırım 2006 yılında, Yeni Alanya Gazetesi’ndeki köşemde, aynı isimle yazım yayınlanmıştı.
Sevgili Türkçe öğretmenim Gülderen Kumbasar Hanımefendi ile ilgili, ortaokulda geçen bir anımı anlatmıştım. Daha sonra bu yazımı oğlumun ilkokul öğretmenine takdim ettim. Sağ olsun o da Türkçe dersinde, bu yazıyı kaynak olarak kullanmıştı. Oğlumun mutluluğu ve gururu gözlerinden okunuyordu.
22 Temmuz 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde ve daha sonra televizyonda, haber kanallarında gördüğüm bir haber dikkatimi çekti ve bu başlığı kullanmayı ve sizlere aktarmayı uygun gördüm.
Büyükanıt Paşanın 2 yıllık Genel Kurmay Başkanlığı dönemindeki son (bence ilk ve son) icraatı.
30 Ağustos’ta emekli olacak Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Savunma Sanayi İcra Kurulu (SSİK) toplantısında başbakan Tayyip Erdoğan, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, SSM Müsteşarı Murat Bayar ile bir araya geleceği belirtilen habere göre, Deniz Kuvvetlerimize önemli bir güç kazandıracağına inanılan denizaltı projesi. Alman U-214’ün tercih edilebileceği dile getiriliyor.
Bu haberin hemen üzerinde ise “Mayına dayanıklı-pusuya korumalı” başlıklı habere göre; “… Zırhlı Hummer’ların yerini alan “Yürüyen Kale” olarak adlandırılan, mayına dayanıklı, pusu korumalı zırhlı personel taşıyıcılar MRAP (Mine Resistant Ambush Protected) alımı söz konusu.
Amerika, General Dynamics’in Kanada’daki şirketine 773 MRAP aracı için 522 Milyon Dolarlık yeni sipariş veriyor. Bunu niçin yapıyor? Amerikan askerlerini hedef alan saldırılarda can kaybının azalması için!
Yine bir habere göre Güneydoğuda devam eden operasyonlara 24 yıl boyunca 350 Milyar Dolar aktarılmış. Kısaca, yakılan merminin hesabı. Peki, yanan canların, ocağı sönen yuvaların bedeli?
Ölçmek mümkün değil!
Şimdi bu haberleri “Bakmak ve Görmek” penceresinden okuyalım:
1) Deniz Kuvvetlerimize yeni teknoloji ile üretilecek, havadan bağımsız tahrik özelliğine sahip 6 adet denizaltının yaklaşık 2,5 Milyar Euro’ya alınması gurur verici ama bu alımı şimdilik 2 adet ile sınırlandırsak ve bütün önceliğimizi, dünyanın tüm deniz ve okyanuslarında bayrağımızı dalgalandıracak bir uçak gemisine versek; bu alım hem Deniz Kuvvetlerimizi hem de Hava Kuvvetlerimizi güçlendirse; adını da “Muavenet” koysak!
2) Güneydoğumuza musallat olan PKK Terör Örgütü belası için harcadığımız 350 Milyar Doların bundan sonra harcayacağımız kısımlarından, bir kısmını aynı Amerikalıların yaptığı gibi MRAP alımına ayırsak (Unimog’ların tepesinde sadece MG 3 ile zırhsız ve çelik yeleksiz bir şekilde giden askerimiz kahpece vurulmasa veya top yekûn araçla beraber havaya uçmasa).
Türkiye’yi yöneten (Sivil ve Asker) iki kuvvetin iki önemli ayıbı vardır:
KENE ve MAYIN ÖLÜMLERİ
T.C. Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve genel Kurmay Başkanı acilen bir araya gelmeli, bir toplantı yaparak şu kararı çıkarmalıdır:
Yakında filmini izleyeceğimiz “Devrim Arabaları”nda işlendiği gibi, Türkiye’nin önüne 90 günlük bir çalışma hedefi konulmalı! Bu Doksan günde, gerekli görülen tüm bilim adamları, kendi arzuları ile dış dünyadan tecrit edilerek, bir laboratuar ortamında;
1) Kene’den ölümlere çözüm bulacak bir aşıyı,
2) Kırsal alanda, topuk tipi mayınla askerimizin ayağını ve/veya hayatını kaybetmesini önleyecek çözümü
Örneğin, Nano Teknolojiden de yararlanarak mayının vereceği zararı önleyecek, Postal, Çorap, Kamuflaj
v.b.) buluncaya kadar çalışmaları sağlanmalıdır
2050 ve 2100’lerin planlarını yapan Süper Güçlerin yanında, bizlerin kısa vadede beklentisi budur.
Ne dersiniz, çok mu zor?

NOT: Bu yazı METRİS CEZAEVİ’nde 23 Temmuz 2008 tarihinde kaleme alınmıştır.

Sabih Samur

Metris’te yaşananları, geçirdiğim günleri unutmamak ve kalıcı olması amacıyla başladığım not alma olayı; gündemi takip ederek, köşe yazılarıma da devam etmem nedeniyle, ciddi bir birikim haline geliyor. Koğuş arkadaşlarıma zaman zaman yazdıklarımı okuyorum ve olumlu eleştiriler alıyorum. Eğer şartlar elverirse, topluma da bir katkısı olacağına inancım iyice pekişirse, bu yaşanmışlığı, bir anı kitap haline getirmeyi düşünüyorum.
Üç aydır e-posta ile yazılarımı gönderemediğim için, Yeni Alanya Gazetesi, Atatürkçü Ulusal Mim Haber Dergisi ve Fikir yolu.com sitesi merak içindedirler.İnşallah, Metris çıkışı hepsiyle tek tek görüşerek, bu projemden bahsedeceğim. Mutlaka onların da fikirsel katkıları ve yönlendirmeleri olacaktır.
Önemli olan bu yaşanmışlıkların ve köşe yazılarının okuyucularla buluşarak, bir nebze olsun, fikirsel anlamda memlekete faydasının olması.
Hayırlısı…

Sabih Samur 01 Haziran 2008


DTP tarafından hazırlanan “Kürt Sorununa İlişkin Demokratik Çözüm Projesi” isimli kitapçığın milletvekillerine, elçiliklere ve basına dağıtılması Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ve Milleti’ne yönelik yapılmış bir ihanettir. Yapılan bu ihanete ve hainliğe karşı savcıları ve TBMM’yi göreve çağırıyorum.TBMM çatısı altında Anayasaya sadakatten ayrılmayacaklarına yemin etmiş olmalarına rağmen demokratik özerklik adı altında eyalet sistemini, kamusal alanda ve eğitimde anadilin önünün açılmasını, “Türk Ulusu” kavramı yerine “Türkiye Ulusu” ve “Türk” yerine de “Türkiyeli” kavramlarını savunmak bir çelişki olmakla birlikte, bölücü terör örgütünün sözcülüğünü yapmaktır. Ayrıca, emniyet ve adalet hizmetlerinin merkezi yönetim ile kurulması istenen bölge meclisleri tarafından ortak yürütülmesi uygulamada bölgeler arasında farklılıklara neden olabileceği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasasına ve üniter yapısına ters düşecektir.Türkmen’iyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Alevi’siyle, Sünni’siyle Büyük Türk Milleti’nin mensupları olmamızı ve hepimizin ortak sorunu olan “Bölücü Terör Sorununu” görmezden gelen DTP, sorunu “Kürt Sorunu” olarak lanse edip, çözüm araması ülkemizde bir iç çatışma oluşturmaya çalışmaktadır. Öte yandan dağdaki eşkıya ile Devlet arasında arabuluculuk misyonunu kimse üstlenemez. Tam tersine Devlet, Devletin büyüklüğünü gösterir, eşkıyanın bulunduğu ini basıp onu oraya gömer. Bölücü terör örgütünün elebaşlarına teslim ol çağrısı yapar, teslim olmayanı da yakalayıp idam eder.Bölücü terör örgütüne terör örgütü bile diyemeyen ve hatta söylemleriyle örgütün sözcülüğünü yapan DTP, bu hareketiyle önce özerklik, ardından da ayrı bir devlet kurma planının öncülüğünü yapmaktadır. Ancak sözde demokratik haklarını kullanan bu şahıslar hakkında bugüne kadar birçok suçtan dolayı dokunulmazlık fezlekeleri hazırlanmasına rağmen dokunulmazlıkları hala kaldırılmış değildir. Derhal TBMM’nde dokunulmazlık dosyaları gündeme getirilip hukukun önündeki dokunulmazlık engeli kaldırılmalı ve yargılanmalarına imkân tanınmalıdır. Daha önce de bu şahısların yeminlerine sadık kalmadıklarını ve bölücü terör örgütü ile iç içe geçtiklerini dile getirip, “dokunulmazlıkları kaldırılsın” dediğimizde “DTP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldırırsak, dağa giderler” denmişti. Peki, dağa gitmediler daha mı iyi oldu? Bırakın gitsinler, gidecekleri yer Kandil, burnumuzun dibi. Cumhuriyetimizin 85. yıldönümünü kutladığımız günlerde TBMM’yi Kandil zannedip, ellerini kollarını sallayarak “Vatana ihanet kitapçığı” dağıttılar. Biz milletimizin seçtiği herkese saygı duyarız. Ama İmralı ile Kandil’den emir alan vekile değil. Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniter bir devlettir. Özerklik söz konusu bile olamaz. Özerklik istiyorlarsa defolup gitsinler.Bizler biliyoruz ki Türkmen, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni bir milletiz ve kardeşiz. Bölücü terör örgütü ve DTP bu birlikteliği, kardeşliği bozamaz, kimsenin de gücü yetmez. Bizler asırlardır etle tırnak gibi birlikte yaşayıp kız almış – kız vermiş, iç içe geçmiş bir milletiz. Halkımızı bölücü terör örgütünün ve DTP’nin provokasyon çalışmalarına karşı uyanık olmaya çağırıyorum. Bölücü terör örgütünün ve DTP’nin oyununa gelmeyelim. Muhsin YAZICIOĞLUBüyük Birlik Partisi Genel Başkanı

ŞAHİNLER VE GÜVERCİNLER

Gönderen SABİH SAMUR | 4:22 ÖS | , , , , , | 0 yorum »


ŞAHİNLER VE GÜVERCİNLER 01.06.2008 Pazar




Önceleri ABD ile ilgili haberlerde gördüğümüz “Şahinler ve Güvercinler” kavramı, komik, fakat DTP yani PKK adlı terör örgütünün TBMM’de ki sözcülerini ifade etmek için kullanılır oldu.
Bizlere yazılı ve görsel medya kanalıyla PKK ve DTP konusu;

a) Silahı bırakmak için uğraşan ve konuyu demokratik ortamda, çözmeye çalışan kesim, sanırım bu kesimin
adı: “Güvercinler”

b) Kürtçülük fikri ve eylemi, Kürt milliyetçiliği söylemleriyle ve hatta yine adı konulmamış şekliyle, Sarı-Kırmızı-Yeşil bezleriyle “Şahinler” olarak sunulmaktadır.

Çiş değil sidik.
Bir zamanlar bir reklâm vardı: “Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankasıyız”.
Bizlere (Okyanus ötesinin de dayatmalarıyla) ya Güvercinleri seç ya da Şahinleri seç menüsü sunuluyor. YERSEN!
Bir adım geri çekilip, sigara içme noktasında, bir sigara yakıp, durum muhakemesi yaparsan, göreceksin ki; Güvercinin de, Şahinin de söylemi aynı. İkisi de diyorlar ki; “ GAP değil, on tane GAP gibi refah arttırıcı projelerin olsa bizim için hikâye.
Bizler dönüşü olmayan yola girmişiz. Bizlere haklarımızı; kendi bayrağımızı, kendi dilimizi, kendi ekonomik özgürlüğümüzü yani kendi “Federal Kürt Devleti” mizi teslim etmediğiniz sürece, Sn Başbakanınızın da söylediği gibi, “ Bu şarkı bitmez.”
Bölücü terör örgütü, PKK’nın, iradesiyle ve ya iradesi dışında silah bırakması, Türkiye Cumhuriyeti için sevindirici bir olay gibi gözükmektedir. Akan kan duracak, şehitlerimiz ölmeyecektir. Bu görünen kısmı, ya görünmeyen kısım?
Avrupa Parlamentosu, artık barış ortamında, Türk halkının, -onların ifadesiyle- Kürt halkı ile masaya oturması ve ne istiyorlarsa kibar kibar verilmesi istenecektir ve zaten istiyorlar da.
Büyüklerimiz yani T.C.’yi yönetme erkini elinde tutanlar, mutlaka bizim bu gördüklerimizi görüyorlar ve tedbirlerini alıyorlardır
Bizden hatırlatması!

Hoş Geldin Banu Avar

Gönderen SABİH SAMUR | 4:07 ÖS | , , , , | 0 yorum »


23 Mayıs 2008 Cuma



Beklenen oldu. Güzel ve iyi olan her şeyin bittiği gibi, TRT’de yayınlanan “Sınırlar Arasında” adlı program yayından kaldırıldı. Sözünü esirgemeyen, yapılmayanı yapan, Cesur Yürek Banu Avar bu defa yapılmaması gerekeni yapmaya soyundu. Amerika’dan daha Amerikancı olması gerektiği düşünülen bir toplumda yani Türkiye’de, Amerika’yı eleştirmeye kalktı.
Son programında işlemeyi planladığı konu Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) idi. Bunu TRT’de gerçekleştirmek hatta sadece düşünmek bile mesleki intihar demekti. Ve TRT ile yollar ayrıldı.
“Özgür ve Bağımsız Beyinler Kervanı’na hoş geldin” diyoruz, Banu Avar’a. Kendisinden ricamız, arzumuz, isteğimiz, teknik olarak ve kanunen mümkünse, şu ana kadar yaptığı tüm çalışmaları kendi internet sitesinde ve/veya CD satışları ile sevenlerine ulaşması ve Türkiye’ye olan hizmetine devam etmesi.
Banu Avar durmaması, sürekli akması gereken bir ırmaktır. Yeni nesilin Banu Avar gibi bir yol göstericiye, gerçek bir Türkiye Sevdalısı’na ihtiyacı vardır.
Hoş geldin Banu Avar.
NOT: Bu yazı METRİS CEZAEVİ'nde kaleme alınmıştır.


10 Mayıs 2008 tarihinde sizlerin arasından ayrılarak başka bir dünyaya geçtim.

Tutuklandım.Cezaevine konuldum.

07 Ekim 2008 tarihinde tutuklu olmama gerek olmadığı anlaşıldı ve tahliye edildim.

Yargı süreci devam ediyor.

Beraatimi aldığım an konuyu sizlerle paylaşacağım.

Sabih Samur'un toplam 151 gün, başka bir ifade ile 5 ay yattığı Metris Cezaevi ile ilgili anıları

"METRİS CEZAEVİ GÜNLERİ - ALLAH KURTARSIN !" adı ile
lüzum hasıl olduğunda ve günü geldiğinde Anı-kitap olarak yayımlanacaktır.

Tekrar Merhaba...
Sabih Samur 14 Ekim 2008 Salı


Bu memlekete küfredeceksin,bu memleketin askerine küfredeceksin.Benim gerillam diyeceksin.Daha sonrada burası Türkiye bende Türkiyeliyim diyeceksin.Kürtçülükten dem vurup peşinden hepimiz kardeşiz deyip halkların kardeşliğinden bahsedeceksin.
Bizde bunları yiyeceğiz.Yemediğimizi gördün mü Nurettin Demirtaş Efendi ?
Sen ki koskoca DTP'nin başıydın şimdi tüfeğin başını tutmak zor gelmez sana.
Terörist diyemediğin PKK'ya şanlı ordumuzda yani Türk Ordusunda alacağın eğitimden sonra bol bol operasyon yapacaksın.Gerçekleri görecek,gördükçe utanacaksın,umarım.
Evet memleketimizde adalet yavaş işliyor ama işliyor.Bu ülkenin ekmeğini yiyen ve yine bu ülkeye ihanet edenler,ihanetlerinin cezasını er ya da geç çekeceklerdir.
Karabük,Safranbolu Türkiye'nin güzel bir beldesidir.Bu güzel beldede bir o kadar güzel Alayımız var.125’inci Jandarma Er Eğitim Alayı.Bu Alayı çok seveceksin Nurettin.Sana burada adam olmayı öğretecekler.Keşke daha önce adam olsaydın şerefinle bu görevi yapsaydın.Olsun seve seve yap bakalım.
Kolay gelsin Nurettin.Hayırlı görevler.
Bu arada etrafınızda ne kadar asker kaçağı varsa lütfen en yakın karakola bildirin.Onlarda seve seve yapsınlar görevlerini
Sabih Samur


ALTEMUR KILIÇ

“Astsubay” mı- “Assubay” mı? Anlaşılan bu konuda bir anlaşmazlık var… Galiba, yasalarda “astsubay” deniyor; ben de öyle bilirdim… Fakat ister “astsubay”, ister “assubay” olsun, bu subaylar Denizaltılardan, savaş gemilerinden, uçaklara kadar, piyadeden istihkâma, topçuya kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin en vazgeçilmez fedakâr, temel unsurlarıdırlar! Ben Kore savaşında bunu, bizzat yaşadım ve gördüm.


Son zamanlarda onlara yapılan bir haksızlık bu olay ve haber trafiğinde, gözünden kaçmış… bir silah arkadaşım uyardı! Olay kısaca şu: “16 Nisan 2008 tarihinde mecliste 5 AKP milletvekilinin önerisi ile astsubaylara 1. derecenin 4. kademesine yükselme hakkı ile ilgili teklif veriliyor. Oturumu yöneten başkan vekili komisyona görüşünü soruyor olumlu anlamda takdire bırakılıyor, hükümete soruyor çalışma bakanı olumlu görüş bildiriyor. Oylama yapılıyor ve kabul ediliyor. Ertesi gün yani 17 Nisan 2008 tarihinde 5 AKP’li milletvekilinin teklifi ile takriri müzakere teklif ediliyor ve aynı madde tekrar görüşülüyor. Bu sefer komisyon, bakan olumsuz görüş bildirerek 1. derecenin 3. kademesinin verilmesinin uygun olacağını 926 sayılı kanunda astsubaylara 1. derecenin, 4. kademesinin verilmediğini beyan edip maddeyi tekrar oyluyorlar. Kısacası anayasaya göre hiçbir zümre kişi ve topluluğa ayrıcalık yapılmaması gerekmesine rağmen Türkiye Cumhuriyetinde eşit koşullardaki devlet memurları arasında (sivil-asker dâhil) 1. derecenin 4. kademesine yükseltilmeyen tek kamu görevlisi astsubay zümresidir. Üniversite bitirmelerine, yüksek lisans yapılmasına rağmen maalesef bu imkânın verilmediği tek zümre bu meslek grubudur.”


Emekli astsubay kardeşim haklı olarak soruyor; “Astsubaylar vatanı mı satmıştır? Bölücülük mü yapmıştır? İhale mi takip etmiştir? ABD’nin, AB’nin kapı kulluğunu mu yapmıştır? PKK eşkıyası mıdır? “Ben cevap vereyim: “Hayır”, sadece ülkesi için seve seve canını verirler ama seslerini pek duyuramazlar. Çünkü mevzuat müsait değildir! “Şanlı” medyamız hainlerin, ikinci cumhuriyetçilerin, işbirlikçi şerefsizlerin sesini duyarlar, dağdaki PKK’lılara, nerdeyse, hak verirler, ben geçte olsa, onlara tercüman olmak istedim. Bu vesileyle, eski bir fesat oyuna da dikkati çekerim: 31 Mart’ta, yobazlar Orduyu Alaylı- Mektepli diye bölmeye çalışmışlardı… Şimdi de alttan alta, “muvazzaf”, “emekli” diye ve de, “subay- astsubay” diye, bölmeye çalışırlar… Yukarda anlattığım olay da bu “nifak” çabasının parçası olmasın! Ast subaylardan ricam: aman bu oyuna gelmeyin; hepiniz bu Ordunun şerefli cefakâr subaylarısınız!


BABAM DA ASTSUBAYDI


Hemen şunu da şöyleyim. Babam Kılıç Ali de “Küçük Zabit Okulu” çıkışlı bir “Küçük Zabit” Asaf yani “astsubay” idi. Bununla iftihar ederdi ve ben de ediyorum! “Asaf efendi”; Çanakkale Muharebelerinde gösterdiği yararlıklardan dolayı teğmenliğe terfi ettirilmiş ve yüzbaşılığa kadar, sonra da, Antep -Maraş savaşlarında “Milis Albayı” naspedilmiş! Mustafa Kemal ona “Kılıç Ali” savaş adını (Fransızcası “Nome de Guerre”) vermişti ve sonra gene Atatürk’ün tensibiyle KILIÇ soyadını almış, “Ali Kılıç” olmuştu… Sadece bu öykü Türk Ordusunda ve anlayışında, “astsubayla- subay” arasında bir fark olmadığını gösterir!


Şu günlerde babamla ilgili iki kıymetli belgenin “Mustafa Kemal’in 1923’de Kılıç Ali'ye verdiği, “vasi salahiyet itimatnamesinin” ve soyadını veriş belgesinin müzayedeyle satılmasına engel olmaya çalışıyorum. VATAN gazetesinin bununla ilgili haberinde babamın Atatürk’ün “Yaveri” ve “Koruması” olduğu yazılmış… Öyle olsaydı da iftihar ederdim ama “kayıtlara geçsin” diye yazıyorum: babam Atatürk'ün sonuna kadar en itimat ettiği, can yoldaşı ve sırdaşıydı ve doğru; O'nu canıyla korurdu!


GAZİ MİLLETVEKİLLERİ


Ve milletvekilleri “egemenlik-yasama hakkını” kendilerine “gazi maaşı” bağlatmak için kullanıyorlar! Hangi savaşın gazileri? Genel kurulun ortasında Kamer Genç’i dövmenin gazileri mi? Ben de, Kore Gazisiyim: gaziler, üç ayda bir 900 YTL maaş alıyoruz! Dolgun harcırah ve maaşlarına rağmen, buna tenezzül eden milletvekillerimiz, pek azları hayatta kalan ve muhtaç durumda olan gazilerin ayda 300 YTL maaşlarını arttırmayı, neden düşünmez ve önermezler? Ve de astsubaylara verdiklerini geri alırlar?




SABİH SAMUR YORUMU :


Yazı yazmama vesile olan Sn. büyüğüm Altemur Kılıç'ın saygıyla elinden öpüyorum.Değinmiş olduğu bu konu gerçekten çok önemlidir.mutlaka ele alınıp düzeltme yapılması gerekmektedir.Konuyu sadece emeklilikteki günlerin hak ediş rahatlaması pozisyonunda değerlendirmek eksik olacaktır.


Astsubaylarımıza T.S.K'da gereken önemi ve saygıyı daha fazla nasıl arttırabiliriz?sorusuna yanıt aranmalıdır.Sanırım yanıt subaylarımızın yetiştirildiği okullarda aranmalıdır.Çünkü Kıta kültürünü hazmedinceye kadar olan dönem;yani Teğmen rütbesi ile başlayan süreç ikinci yıldızın takıldığı Üsteğmen rütbesinin ilk altı ayına kadar devam eden süreç çok önemlidir.Bu dönemde genç teğmenimiz maalesef TSK'ya yıllarını vermiş Kıdemli ÜstÇvş ve hatta Bşçvş seviyesine gelmiş astsubayına emir eri gibi davranabilmektedir. Üsteğmen olarak kıta deneyimi aldıkça dengeler kurulmakta hitabet ve emir komuta zinciri olması gerektiği gibi olmaktadır.Bunlar genel değildir ama ordumuzda yaşanan gerçeklerdir.Unutulmaması gereken hepimizin giydiği kamuflaj bizler için şerefli bir giysidir.Bu giysi içinde ve emekli olunduğunda subay ve astsubayı ve diğer personeli ile bizler bir bütünüz.1990 yılında kıta hizmetinin başında olan silah arkadaşlarımız şu an Bşçvş ve Yarbay rütbesinde görevlerini şerefleriyle icra etmektedirler.


Buradan kendilerine sevgi ve saygılarımı gönderiyorum.Nurettin,Mahmut,Caruş'a ...


Sabih Samur
KAYNAK : Yeni Alanya Gazetesi http://www.yenialanya.com/

Merhabalar.Mısırla ilgili yazınızı bir arkadaşım sayesinde okudum.Fakat dikkatimi çeken birşey oldu.Konu başlığı ile konunun sonu arasında pek bir bağlantı kuramadım.Evet Mısırda bir ekmek sıkıntısı olduğu doğrudur,Dünya genelinde yaşanan (ülkemizde dahil) tahıl sıkıntısı özellikle gelişmemiş ülkeleri hissedilir şekilde vurdu.Aynı zamanda Mısırda ekonominin devlet kontrolünden serbest piyasa koşullarına geçecek olmasının getirdiği doğum sancılarıda hissedilir şekilde.Mahalle el Kübrada olanları yakından takip ettim.Birçok grev yapıldı.Yanlış hatırlamıyorsam 2006 yılındada benzeri sorunlar yaşanmıştı.Fakat olay bahsettiğiniz gibi siyasi bir girişimin düzenlemiş olduğunu bir grev değildir.Tamamen işçilerin kendi aralarında organize ettikleri bir oluşumdur.Zaten şu anda karşıt siyasi güç olarak adlandırılan Müslüman Kardeşlerin güçü bellidir.Halk ne kadar Hüsnü Mübarek karşıtı olsada,Müslüman Kardeşleri gibi Hamas'ın Mısırdaki siyasi kanadı konumundaki bir partidende çekinmektedirler.Gelelim tekstil konusuna.Mısırda üretim yapan birçok tekstilci arkadaşım var.Bazıları firma sahibi,bazıları tekstil mühendisi.Mısır'a yatırım yapmanın geçerli sebepleri var.Herşeyide Amerika'ya bulmamak lazım.Bunlardan birincisi ekonominin altın kurası olan düşük maliyetler.Ülkemizde bir işçiyi ortalama en az 500 YTL ye çalıştırırken,Mısırda bu fiyat 200 YTL nin çok altındadır.Diğer bir sebep ise Mısırın dış yatırımcılara yapmış olduğu vergi ve elektrik indirimleridir.Bu sayede firmalar hatrı sayılır derecede kar elde etmişlerdir.Bir diğer seçenekte ülkemize bazı ülkeler tarafından uygulanan ithalat ve ihracat kotalarının Mısırda olmayışı.Daha doğrusu Mısırdada var fakat kotaları aşmanın yolu basit.Kullandığın hammaddenin %10 (en son bu kadardı,sektöre göre değişebilir) kadarını İsrail'den alırsan kota engelini aşıyorsun.Bunuda yadırgaya bilirsiniz belki ama zaten Mısırın büyük bir çoğunluğu hammaddesini İsrailden tedarik ediyor.Bunun sebebide en yakın hamadde kaynağı olması.Bir konuda haklısınız,Mısırdaki herkes ateş içine düşmüştür.Bunun sebebide oradaki çalışma koşullarının ülkemize göre çok çok farklı oluşudur.
Yaşar Yiğit Kaçmaz 17 Nisan 2008
Bakınız http://www.yenialanya.com/